19 Mayıs 2016 Perşembe

III.Bölüm- IŞIK

      Merhaba! Yeni bir yayına, yeni bir bölüme hoşgeldiniz. Bu bölüm hakkına sizlere biraz bilgi verelim. Kitabın son bölümü olan Işık'ta sekiz hikaye anlatılmaktadır:
Zahir Baba
Samuel
Çoban
Samuel
Geyikli Baba
Turakçın
Samuel
Molla Kasım
      Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum fakat bu bölümde üç adet Samuel hikayesi bulunmaktadır. Ayrıca bölümlerin başında size sorduğum soruyu bu sefer kendime soruyorum. Bu bölümün ismi neden Işık, Kubilay? Bence bu bölümün isminin Işık olmasının nedeni ya Yunus, Sarıcaköy'de Sitare'sini hatırladı ya da artık bir Şeyh olduğu için etrafındakileri od ateşiyle yandırmakta ve ışık saçmakta olması olabilir. Bunun nedenini ben okurken anlayacağım.  O zaman vakit kaybetmeyelim sayın okurlarım ve hikayelere başlayalım.

        Zahir Baba
 
   Yunus, Sarıcaköy'de yeni bir hayat kurmuş ve nimetleri günden güne artmaktaymış. Bir karabaş ile ceylan gibi güzel bir keçi bulmuş. Onlara isimler takmış. Karabaşa Durak, keçiye ise Marale adını takar (Marale=bir geyik türü). Günlerden bir gün Yunus, garip bir derviş olarak yollara çıkar. Anadolu'yu gezebildiği kadar gezer. Çok zorlu hayatlar, farkı insanlar ve bu insanlara yapılan eziyetlerle tanışır. Tapduk adında, Oncallı adlı bir köyde erenlerden olan bir pir ile tanışır. Ve Niyazabad'da Avşar Baba'nın halifesi olan Zahir Baba ile karşılaşır. Zahir Baba'nın yanında iki yıl kalır Yunus. Zahir Baba ile yapılan sohbetlerde Yunus'un gönlü ferahlar. Fakat Zahir, Yunus'a öyle bir hikaye anlatır ki kendisinin bile gözü dolar. Hikayesi bittiğinde Yunus'a dönerek "Seni kime benzettiğimi buldum Yunus." der heyecanlı bir şekilde. Ve yine Yunus'un benzetildiği kişi, sizinde tahmin edeceğiniz üzerine Taybuga olur. Yunus her zamanki gibi şaşırır. Daha sonraki günlerde Yunus, Tapduk Sultan'ının ölüm haberi alır ve yıkılır. Daha da orada durmaz çünkü o oradayken Zahir Ahi'nin ölümünü de kaldıramaz ve yeniden yollara düşer.
       Aslında Yunus, bu hikayede dergahta duran bir sultan değil; sanki her yeri gezen ve bile olan abdallara benziyor. Fakat abdallardan tek farkı Yunus, halktan uzak biri değil. Her neyse bu hikayede bazıları gibi etkileyici hikayelerden. Özellikle onun sayesinde piştiğiniz, bir değere sahip olmanızı sağlayan insanların ölümü üzerine yazılması daha bir etkileyici. Ben -diğer yorumlarımda da söylediğim gibi- böylesine gelen ölüm haberlerine dayanamazdım. Üstüne üstün gittiği her yerde dedesinin ismi duyan fakat babasını bile doğru tanımamış olmak.


       Bu hikayeden sonra gelen Samuel hikayesinde İsmail, Molla Kasım'a babasını ararken yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Hikaye İsmail tarafından Yunus için yazdırılan bir mektup ile başlıyor. İsmail, Anadolu topraklarında bir çete kurmuş, Samuel Çetesi. Ve bu çetenin en yaşlı üyesinin yavru bir kurdu vardır. Bu üye öldüğünde Samuel yani İsmail bu kurdu yetiştirmeyi kendin görev bilmiş ve ismini Bozışık takmıştır. Sizlere bu hikayenin kilit noktalarını anlattım. Bunların ne işe yarayacağını bir sonraki hikayeyi anlatırken göreceksiniz.

      Çoban

     Yunus, Niyazabad'dan ayrıldıktan sonra neredeyse bütün Anadolu'yu gezmiştir. Anadolu'da neredeyse Çekikgöz baskısı kalmamış ve her yerde Türk beylikleri kurulmuştu. Bu yolculuk sırasında Durak'a iri ve güzel bir kurt saldırmış, Durak'ın ayağını yaralamıştı. Ayrıca bozkırda Samuel Çetesi olarak bilinen ve küçük hırsızlıklar yapmaktan çıkıp koskoca kervanların yollarını kesen bir gruptan bahsediyormuş. Yunus artık sünnet olan yaşı tamamlamış ve artık sadece insanların iyiliği ve onlara yardım etme düşüncesiyle yaşıyormuş. Zaten gözleri de iyice ağrımaya başlamış. Yunus, nereye gitse
dedesi Taybuga'nın kahramanlıklarını duyuyormuş. Bir gün yollarda iken Yunus, bir çoban ile karşılaşır. Fakat çobanın sürüsü huysuzdur. Yunus neden böylesine huysuzlar diye sorunca çoban "Sohbet isterler." demiş. Çoban o güzel ve rahatlatıcı sesiyle bir kaside okur gibi söylemeye başlayınca bütün sürü hatta Yunus bile kendinden geçer. Herkes bu duygular içindeyken çoban yanık bir türkü gibi söyler: "Dertli ne ağlayıp gezesin burda/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür/ Nice aşık kondu göçtü buradan/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür..." Yunus'un gözünden yaş gelmiş ve sormuş çobana: "Sen hiç bildin mi Yunus'u?" Çoban Yunus'u tanımadığını söyler ve başlar Yunus hakkında dua etmeye.
         Umarım bir önceki hikaye olan Samuel'de size verdiğim kilit noktaların önemini bu hikayede anlamışsınızdır. Bozkırda Durak'a saldıran kurt belkide Bozışık'tı ve Durak'ın ayağına yara izini o bıraktı. Bu olayı hayvanların sahiplerince değerlendirirsek Yunus'un hayatında derin bir yara olan İsmail'in kaybolmasıyla ilişkilendirebiliriz. Ayrıca Yunus'un bozkırda kulağına gelen Samuel Çetesi  bu hikayenin önemli noktalarından biri. Ama Yunus nereden bilsin ki İsmail'in yeni adının Samuel olduğunu. Keşke o çete Yunus, bozkırda yalnız başına dolaşırken Yunus'u bulsaydı. Ama Durak'a saldıran kurdun Bozışık olduğunu düşünürsek yolları aslında birbirleriyle kesişmiş gibi. İşte hayatımızdaki bu gibi kesişmeler belki ileriye dönük yeni bir hayatın başlangıcı olabilir düşüncesindeyim.
   


       Çoban'dan bir sonraki hikaye olan Samuel'de sadece bir noktaya değinmek istiyorum. Samuel ve çetesi yıldızların neredeyse çam dallarına dokunacak gecelerde bir su başı bulup eğleşiyorlardı. Fakat bir akşam buldukları su başının söylediği türkü; İsmail'in hiç aşık olmadığı halde, öyle hissetmesine neden olmuştu. Bu türkü şu idi: "Dertli ne ağlayıp gezersin burda/  Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür/ Nice aşık kondu göçtü buradan/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür." Bu o çoban idi. Yunus'un karşılaştığı çoban fakat İsmail bunu nereden bilebilirdi ki. Daha öncede söylediğim gibi hayatlar siz farkında olmasanız bile kesişir.

        Geyikli Baba

   Bu hikaye sanırım kitabın en uzun hikayesi. Bu yüzden çok fazla uzatmayacağım. Yunus, Geyikli Hasan Baba'nın dergahına varır. Kapıda dervişlerle karşılaşır fakat bu dervişlerden sadece biri Yunus'un geldiğine sevinir gibi olmuş. Yunus o dervişin adını öğrenmiş, Turakçın. Yunus ile Turakçın birbirleriyle uzun zaman konuşur hatta bazen birbirleriyle mana aleminde konuşurlar. Mana aleminde kendilerini görürler. Yaratılış sırasında yan yana oldukları canlanır zihinlerinde. Sonra birlikte Geyikli Baba'nın eşiğine giderler. Geyikli Baba onlara Şeyh Abdürrezzak Efendi'nin dillere dolanmş hikayesini anlatır. Anlatılan hikayeyi biraz size özet geçeyim. Şeyh Abdürrezzak rüyasında bir kız görür ve aşık olur. Bu kızı bulmak için Hristiyan topraklarına varır. Fakat kızın istekleri varmış; şarap içmek, Kur'an'ı yakmak, ibadetini kilisede yapmak gibi. Şeyh bu istekleri teker teker yapınca müritleri birer birer ondan ayrılır. Kız yalancı çıkar ve Şeyh onun isteklerini yerine getirmiş bile olsa onu istemez. Fakat bu sefer kız Şeyhi rüyasında görür ve onun arkasından gider ama ömrü yetmez. Şeyh bu durumu kızın ailesine anlatmak ister fakat onunda ömrü yetmez. Şeyhin yanında kalan bir mürit olanları kızın ailesine anlatır ve oda orada can verir. Bu hikaye birçok kişinin müslüman olmasını sağlamış. Her neyse Geyikli Baba Yunus'a artık senin rehberin Turakçın'dır demiş. Turakçın ile yolculuk sırasında bir abdal ışık ile karşılaşmışlar. Yunus, abdalın tam adını soracakken abdal Yunus'tan daha önce davranarak "Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz Yunus ahi." deyip oradan ayrılmış. Yunus "Ah Çelebi Faruk... Meğer benim yürüdüğüm yoldan sen yıllarca önce geçmişsin!.." diye yakarmış. Yunus, Turakçın ile birlikte, üzerinde Sitare'nin yıldız nakışlı heybesi, zihninde Çelebi Faruk ile geçen hatıralar ile yürümüş, yürümüş, yürümüş...
        Bu hikaye uzun olduğu kadar duygulandırıcı da. Kitabın başından beri merak ettiğim Turakçın ile sonunda tanıştım. Aslında burada hayatımızdaki rehberin sürekli değişebileceği anlaşılıyor. Ayrıca hikayede müridin mürşidi bulması, yaratılış alemi gibi tasavvufi terimleri görmekteyiz. Zaten Yunus'un bulunduğu bir yerde bunların olmaması anlamsız olur. Ayrıca Turakçın ile yeni bir serüvene atılacak mı merak ediyorum. Kitabın bitmesine az kaldı biliyorum ama yazarın ustalığıyla bu serüven iki cümleye bile sığdırılır.


     Turakçın ve Samuel

      Bu iki hikayeyi size birleşmiş bir şekilde anlatacağım. Turakçın ile Yunus birçok yol almış ve Yunus'un gözü gün geçtikçe daha kötüye ilerliyormuş. Günlerden bir gün Samuel Çetesi ile yolları kesişmiş. Samuel gelenler var galiba demiş ve çetedeki her üye sessizce beklemiş. Fakat birden bire Bozışık ve Durak'ın yavrusu kavgaya tutuşmuş. Sanki eski bir meseleyi çözermişçesine. Fakat etrafta kimse yoktu. Sonunda Yunus ile Turakçın çıkagelmiş. Yunus "Durun!.. Ne istersiniz durun!?" deyince kimse kulak asmamış. Fakat atlı olanlar Turakçın'a saldırmaya başlamıştı bile. İçlerinden biri Yunus'un taş atmasını görünce "Hatırladım reis bu derviş.." demeden İsmail zehirli bir oku Turakçın'ın boynundan saplamış. Yunus şaşkına dönmüş ve hayatında üzülmediği kadar üzülmüş. Ve Turakçın'ı kurtarma umuduyla ayağa kalkmayı denemiş.
      Bu iki hikayeyi birlikte yazmamın nedeni aralarında konu bütünlüğünün tam olması fakat bu iki hikayeyi okurken tekrar bir hüzün duygusu içinizi kaplıyor. Çünkü Yunus'un can dostu bir kardeşi, yani tekrar aileden birini kaybediyor. Bu kadar acı yeter. Eğer ben buralara kadar ulaşmış olsaydım ki bunu başaramazdım kendimi bu dünyadan sürerdim. Yunusun yaşadıkları ve bize yaşattıkları katlanılabilir bir şey değil. Biz Turakçın'ı daha yeni tanımışken o bizden ayrılıyordu. Aslında şunu söylemek gerekir ki rehberini kaybedersen yolunu kaybedersin fakat Yunus'un bulunduğu durumda Yunus zaten yoluna ulaşmıştı ve rehberin görevi bitmişti. Yunus sonunda İsmail'ine kavuşmuş fakat daha haberi yoktu.


               Molla Kasım

      Yunus, sonunda oğluna kavuşmuştur. Aralarında Şüphe adlı metindeki konuşma geçmiştir. Fakat hasrete dayanamayıp barışmışlardır. Barıştıktan ve Sarıcaköy'e geldikleri zamanın üstünden bir yıl geçmiş. Yunus, İsmail'den bir aile kurasını ve çocuklarının olmasını istemiş. İsmail evlenmiş ve "Yerce" adında bir köye taşınmış. İsmail, Yerce'de kendi yaptırdığı medresede müderrislerin mütevellisiymiş. Bu medreseye her kim öğrenci olursa  kendisine ilk önce Yunus'un ilahileri ezberletilirmiş.Buradan Yunus'un şiir yazmaya başladığını görmekteyiz.
    İsmail, babasını tanıdıkça onun oğlu olmaktan gurur duyar hale gelmiş. Molla Kasım, İsmail ile tam bir ay sohbet etmiş. Fakat son konuşmaları Yunus'un ölüm anı ve sekerat-ı mevt haline dair imiş. Sekerat-ı mevt kavramını bilmeyenler için açıklayayım. Bu kavram "ölüm sarhoşluğu" anlamına gelmektedir. Kulun ruhunu teslim etmeden evvelki son anına denir. Her neyse Yunus sekerat-ı mevt halinde iken zaviyeye gurbetten gelenler, Sarıcaköylüler ve daha kimler kimler Yunus'un başucuna geçmiş Yasinler okuyor, zikirler ediliyordu. Yunus, Hakk'a yürümek üzereyken bile yüzü hala gülümsüyordu. Sonra Yunus, kendisini ziyarete gelen dervişlerden birine "Haydi sor!" demiş. Derviş: "Ey azizler azizi Yunus Emrem! Şiirleriniz kaç adettir?". Bu soruya herkesten çok Molla Kasım şaşırmış ve şaşırmalı idi zaten. Çünkü Yunus'un şiir tomarını yakıp yırttığı zaman kaç adet olduğuna hiç dikkat etmemişti. Derviş sorusunda ısrar edince Yunus "Sevgiliye gidecek hediyeyi saymak yakışık almaz, öyle değil mi?" cevabını verince yedi dervişin yedisinin de birbirlerinden habersiz, cübbelerinin içinde gizliden gizliye çekmekte oldukları tespihlerin iplerin koparıverdiklerini Molla Kasım anlayamamış.
         Anlayacağınız üzere Yunus vefat etmiştir. Fakat hikayesini devam ettirme görevi İsmail'in, onun çocuklarının, Molla Kasım'ın ve ayrıca bizim idi. Yunus her ne kadar ölmüş olsa bile Molla Kasım'ı affetmiştir. Çünkü böylesine güzel bir kitabı yazanı affetmemek  elde değil.
         Aslında devam eden yorumlamamı bir sonraki yayında yapacağım. Hadi hep beraber diğer yayına gidelim.






































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder