15 Mayıs 2016 Pazar

II.Bölüm-DERVİŞ

  Arkadaşlar herkese merhaba! Bu bölümde sizlerle Yunus'un Allah yolunda ilerlerken ne tür olaylarla karşılaştığını göreceğiz. Bu bölüm toplam 13 hikayeden oluşmaktadır:
Tapduk Sultan
Çelebi Faruk
Mevlana Hüdavendigar
Samuel
Padişah
Avare
Abdallar
Aslanlı Hünkar
Ana Bacı
Samuel
Yunus-ı Guyende
Çelebi Faruk
Baybars
      Bu bölümde ilk bölümdeki hikayelerle aynı adları taşıyan hikayeler mevcut. Bunun nedeninin ilk bölümdeki hikayelerin devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Aslında kitap böyle daha etkileyici olmuş fakat hikayeden hikayeye geçerken bazen konu bütünlüğü kayboluyor. Olsun biz böyle ufak ayrıntılarla ilgilenmeyelim. Bu arada size ilk bölümde olduğu gibi bir soru soracağım. Bu bölüme neden Derviş ismi verilmiş? Hadi bunu ben hikayeleri anlatırken siz de bir düşünün. Ayrıca şunu söylemeliyim ki bu bölümde de yorumlama taktiğim aynı olacak. Fakat okurlarımın eleştirileri üzerine hikayelerin özet kısmını sıkmadan, boğmadan, kısa ve öz olarak anlatacağım. O zaman hadi başlayalım.

   Tapduk Sultan


     Yunus kurban bayramının ilk gününde Tapduk'un kapısına varır. Tapduk'un huzuruna gittiğinde bir de ne görsün. Birinci bölümün son hikayesi olan Sitare'deki Yunus'un hayalinde gördüğü kişi. Yani artık Yunus onunla birlikte Allah yolundaydı. Yunus her şeyiyle kendini Tapduk'a teslim etti.Her neyse Tapduk Yunus'a yeni rehberini gösterince Yunus adeta şok olmuştu. Yunus'un rehberi bir Çekikgöz idi. Yunus için sınav şimdiden başlamıştı.Yunus'un büyük bir sabır göstermesi gerekliydi. Çekikgözlünün ismi Akabay imiş. Gözleri görmez fakat o bir hekim ve zehir ustasıymış. Hekim olduğu için Yunus'a şifalı bitkileri toplatıyormuş. Yunus iki yıl kadar onun yanında çalıştığında artık her bitkinin özelliğini bilir hale gelmiş. Burada bize dergahların sadece Allah yolunda değil, dünya yolunda da bilgi sahibi olmayı vurguluyor. Yunus için zaman akıyordu ve Yunus neredeyse hiçbir muhabbete katılmıyordu. Muhabbet zamanları o odun toplamaya gidiyordu. Yunus'un ismi dergahta "oduncu Yunus" olmuştu. Yunus'un dergaha geleli üçüncü yılıydı ve kendini oranın en bahtiyar insanı olarak hissediyordu. Artık okuma ve yazma biliyordu. Fakat dergahta Yunus'un kulağına bir şey takıldı. Larende'den gelen bir derviş, Moğolların kaçırdığı zeki bir çocuktan bahsetmiş. Anlattığına göre de İsmail'e çok benziyormuş. Yunus'a yeni bir umut doğmuştu.
      Bu hikayede bir şey benim çok dikkatimi çekti. Eminim ki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Yunus'un dergahtaki rehberi bir Çekikgözlü. Aslında böyle bir duruma ben dayanamazdım. Çünkü neredeyse bütün aile fertlerinin kaybına sebep olanlar onlar, Çekikgözlüler idi. Fakat hikayede Yunus'un şu sözü beni çok etkiledi: "Çekikgözün benden aldığını bana yine bir Çekikgöz verecekti." Zaten hikayeyi özetleyen de bu söz. Ayrıca Yunus'un muhabbet zamanları odun toplamaya gitmesi ilgi çekici.Odun kelimesinin kökü olan ve kitaba ismini veren "od" sözcüğü için yani gönüllerde ki aşkı tutuşturan alev için Yunus odun toplamaya gitmiştir. Çünkü insanın nefsini terbiye etmesi için önce kendisiyle baş başa kalması, gönlünü temizlemesi ve orayı ilahi bir aşk yani od ile doldurmalıdır. Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Yunus, Tapduk'un huzuruna geldiğinde Tapduk Yunus'a "Sen ne kadar dünya kokuyorsun." demiştir. Bunu demesinde ki manayı anlamışsınızdır. Aslında Tapduk, Yunus'a bu sözü söylerken bir öğüt veriyor. Yani demek istediği dünyadan biraz kop ve kendinle baş başa kal. Nefsini Allah sevgisi ile doldur ve tasavvuf yolunda ilerle. Zaten Yunus'un dergaha gelme sebebi de bu.

     Çelebi Faruk
 
    Yunus, Çelebiler ile birlikte Larende'ye yola çıkmıştı. Yunus ile ilgilenen çelebinin adı Faruk idi. Yunus'un çelebilerle yaptığı yolculuk ona dervişlik hakkında hayat kurtaracak tecrübeler elde ettirdi. Çelebiler "Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz; her şeyin malik ve sahibi Allah'ır." sözünü dillerinden hiç eksik etmiyorlarmış. Fakat kimse çelebiler hakkında pek fazla bilgi bilmiyormuş. Yolculuğa sekiz çelebi ile çıkmış Yunus. Gece çelebilerin dördü uyur, diğerleri ise nöbet tutarmış. Yunus bir akşam çelebilerin ne yaptığını öğrenmeye heveslenmiş ve o akşam uyumamaya karar vermiş. Yunus bunu yapmaya karar verdiğinde aklına Tapduk Sulta'nının sözü gelmiş: "Senin olmayanı araştırma. Tecessüs apaçık bir sınavdır.". İnsan bu sözleri duyunca tabiki de içinde bir suçluluk duygusu oluşuyor ama insanın aklındaki meraklar arttıkça yapacağı işten uzaklaşır. Neyse konumuza dönelim. Yunus o akşam uyumaz fakat çelebilerden biri Yunus'un uyumadığını anlayınca "Gönlün uymuyor madem dilin neden uyuyor Derviş Yunus?" deyince Yunus çok utanmış ve uyuyor gibi görünmeye çalışmış. Yunus çelebiler ile Konya'ya varmış. Çelebi Faruk, Yunus'a dönüp "Hadi bakalım merakından kurtulmaya" deyince Yunus tekrar çok utanmış ve anlamış. Çelebiler etrafını da çok iyi gözetliyor. Yunus buraya geldiğinde ilk defa bir sultan görmüş. Çelebilerin yol boyunca koruyup kolladığı sandığı Sultan Mesut'a teslim etmişler. Sultan sandığı açtığında içinin altınla dolu olduğunu görmüş ve üzerinde yazı yazan bir parça kağıdı okuyup öpmüş. Sonra da Faruk hanginiz deyip hikayeyi anlatmasını istediğinde Faruk başlamış anlatmaya: "Yedi yıl önce babam ve oğlumla oturuyordum. Oğlum Lokman (Lokman aynı zamanda dergahta Tapduk Sultan'ın yardımcısı) altı yaşına bastığında okuma yazma öğrenmesi için bir hocaya götürdüm ve oğlum kısa zamanca Kur'an'ı hatim etti. Bende hocaya bir hediye olarak tek para kaynağımı olan atımı verdim. Fakat o atı verdiğim günden itibaren hiç para kazanamaz olduk. Günler aylar geçti ve üç gece üst üste rüyamda ihtiyar birinin bana 'Kalk ve başının altını kaz.' dediğini gördüm. Başladım kazmaya ve bu sandığı buldum. Onu hemen Tapduk Sultan'a verdim. Ve de o gün bu gündür Lokman ile ben Tapduk eşiğine girdik.". Sultan, Faruk'a neden bu altınları bana veriyorsun dediğinde ise "Sultanım bu altınları sizin topraklarınız üzerinde budum yai bunlar sizin." cevabını almış. Sultan altınlardan birini eline almış ve üzerindeki yazıyı okuması için bir kâtip çağırtmış ve üzerinde yazan yazıyı okuyunca salondaki herkesin kanı çekilmiş. "Hürmet edince Faruk, Allah'ın Kitabına/ Allah da altın yazdı Faruk'un hesabına". Sultan Mesut "Her e kadar ben bu ülkeye hükmediyor olsam da Allah bu altınlar sana vermiş." deyince Faruk her zaman tekrar etmiş: "Ben hiçbir şeye sahip ve malik değilim; her şeyin malik ve sahibi olan Allah'tır. Ben bunları geri götürecek değilim.". Bunu duyan Mesut: "Bende senden onu alacak değilim." demiş ve o altınları ne kadar fakir fukara varsa onlara dağıtmış.
       Bu hikayenin özetini böylesine uzattığım için özür diliyorum ama bu kadar uzatmasam kitabı okumayan birinin yapacağım yorumlamadan bir şey anlamayacağını düşündüm. Evet gerçekten de bu yolculuk bize Yunus'a dervişlik hakkında fazlasıyla bilgi toplamamıza vesile olmuştur. Yunus oğlunu bulma yolculuğunda aslında kendini bulmuştur. Yunus Konya'nın fukara listesine bakınca kendi haline şükretmiş. Çünkü onun durumundan daha fena olanlarda vardı. Ayrıca Yunus, Çelebilerin sürekli tekrar cümleyi duyunca o anda çelebilerin yüreğine ve ruhlarına kattığı yüceliği fark edince gerçek dervişlik işte bu demiş. Bir lokma ve bir hırka ile derviş olunmuyordu. Açıkçası bu hikayeyi okurken çelebilere imrendiğimi söylemeliyim. Düşünsenize Sultanların bile saygıyla dinlediği ve sanki Sultanlıktan daha yüce bir mevkide gibi iletişim kurduğu çelebilik. Ve sadece bununla birlikte kalmayıp yürekleri ilahi aşk ateşiyle yanıp kavrulan kişiler. Ayrıca bu hikayeyi okurken aklıma Konya'da oldukları takıldı. Eğer Konya'da iseler Mevlana 'da oradadır. Acaba Yunus, İsmail'i aramaya çıkarken başka bir dervişlik macerası mı yaşayacak? Bunu hep birlikte öğreneceğiz. Özet kısmında bahsetmediğim bir husus daha var sayın okuyucularım. Yunus Sultan Mesut'un huzuruna geldiğinde saraydan o kadar etkilenmiş ki cennete bile benzettiği olmuş. İşte değinmek istediğim yer burada Yunus'un içinden geçirdiği söz: "Cennet cennet dediklei birkaç köşk ve birkaç huri." Yunus'un bu sözü Bana Seni Gerek Seni şiirinde de geçiyor. Şunu anladım ki Yunus yazdığı şiirleri birebir yaşamış.



        Mevlana Hüdavendigar

      Günlerden Cuma idi. Yunus ile Çelebi Faruk, Mevlana'nın İplikçi Camii'nde verecek olan vaazını dinlemek istiyorlardı. Vaazda Mevlana, aşktan, sevgiden, ben duygusunun kötülüğünden bahsetmiş. Ayrıca ölüm üzerine de konuşmuş fakat bu konuşması sırasında hep Yunus'a bakmış. Yunus bu bakışlardan çok etkilenmiş. İçinde aşkı, güzelliği, mahviyeti hissetmiş. Namaz zamanı Mevlana, Yunus ile Çelebi Faruk'un arasına girip Yunus'a dönmüş ve "Hele senden Tapduk kokusu alırım." demiş. Bu sefer Faruk'ta heyecanlanmış. Nasıl olur ki bizim Tapduk Sultan'ın yanından geldiğimizi bilebilir şüphesine düşmüşler. Namazı Yunus ile Faruk arasında kıldıktan sonra herkes Mevlana'nın etrafına toplanmış. Mevlana, Yunus'a "Tapduk kokusu! Kafiye düşür!.." diyerek Yunus'un içindeki şiir ateşini uyandırmış ve başlamışlar birlikte kafiye düşürmeye. Kafiye atışmaları bittikten sonra Mevlana, Yunus ve Faruk ile birlikte sultan türbelerine kadar yürümüş. Yolda Mevlana "Muradın ne?" sorusunu Yunus'a yöneltmiş. Yunus muradının İsmail olduğunu hissetmiş fakat bunu desem Mevlana'nın elinden ne gelirdi diyerek başka bir cevap vermiş: "O'nun muradı benim muradımdır."  Mevlana bu cevabı duyunca " Allah'ın muradı mürit, müridin muradı O olmak gerektir." demiş. Yunus "Sitare ile ben gibi" demek üzereyken Mevlana " Sevenle sevilen gibi" deyivermiş. Yunus bunu duyunca Sitare aklında daha çok canlanmış. Mevlana "Kimi hatırlarsın Yunus?" diye sormuş. Yunus tam Sitare diyecekken Mevlana " Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak!" cevabını verince Yunus konuşamayacak derecede sarsılmış. Sanırım kalp gözüyle düşündüklerimi hissetti diye düşününce Mevlana konuyu değiştirmiş. Ayrılma zamanında Mevlana, Yunus'a şu güzel sözleri söyleyip yolları ayırmışlar: " Derviş Yunus, bana yan ama tütme dediler. Sana yan ve yandır denilmiş!.." Ve tekrar Yunus ve çelebiler koyulmuş Larende yoluna. 
        Bu hikayede Mevlana'nın Yunus'un hayatındaki bazı önemli parçaları değiştirdiği anlaşılıyor. Sizin de gözünüze çarpmış olmalı sayın okurlarım. " Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak" sözü bu durumu özetliyor. Mevlana, Sitare'yi, Yunus'un Allah yolundaki bir engeli olarak görüyor. Ayrıca bu hikayede Mevlana ile Yunus'un şiir atışması hikayenin en güzel yerlerinden biri. Ve bu şiir atışmasında Yunus'un bilindik bir şiirinin örneği bulunuyor. "Beni bende demen, bende değilim. / Bir ben vardır bende benden içerü." Yani buradaki kasıt insanlarda önemli olan şey dış görünüş değil, içinin güzelliğidir. Mevlana, Yunus'ta bu duyguyu anlamış olmalı ki hikayede şu cümlelerle Yunus'tan bahsetmektedir: "Sen bizi gizli yüzümüzden tanırsın. Başkasının gözle göremediğini sen kalp ile görürsün. Bahtın açık olsun.." Bu hikayede açık ve net olarak şu anlaşılıyor ki sayın okurlarım; hayatta her zaman bize doğru yolu gösterecek ve hayatta daima doğru kararlar almayı bize gösterecek olan bir rehbere ihtiyaç vardır. 



          Abdallar

    Bu hikayeye direkt olarak geçmemin nedeni Samuel, Padişah ve Avare adlı hikayelere yapacağım yorumların diğer hikayelere yaptıklarımla benzer olması. Fakat bunların içinden sadece birinin konusu hakkında bahsedeceğim. Çünkü Abdallar hikayesine yapacağım yorumlamayı anlamanız için önemli bir nitelikte. Konusundan bahsedeceğim hikaye Avare. Bu hikayede Yunus, dergahta yaptığı getir götür işleri, şifalı bitkilerin özellikleri öğrenmekten başka mana ve maneviyat hakkında kendisine hiçbir şey katmadığını bizlere söylüyor. Ayrıca Tapduk Emre'nin kendisini gözünden çıkardığı düşüncesi de kafasına kazınıyor. Buna karşın Yunus'ta dergahtan kaçarak Sarıcaköy'e doğru yola çıkıyor. Ve de dervişlerin arasında çıkan Yunus'un şeyhin kızına aşı olduğu söylemleri Yunus'u bir hayli öfkelendiriyor. Ve dervişler hakkında artık daha farklı düşünmesine sebep oluyor.
        Şimdi asıl konuya dönelim. Yunus, Sarıcaköy yolunda iki abdalla karşılaşır. Bu iki abdal geceyi birlikte geçirelim diye Yunus'a teklif sunar. Bu iki abdal bir mağarada, halktan uzak neresiyse orada kalıyorlar. İlk gecede abdallar önce abdest almış. Sonra Yunus'ta abdest almış fakat tam abdestini bitirdiği sırada su durmuş. Yunus şaşırmış. Namaz kılıktan sonra abdallardan biri kuşağını açıp yere sermiş. Yunus o sırada çok uykuluymuş. Yarı baygın haldeymiş. Ve birden kuşağın üstünde yemekler belirmiş. Yunus yarı uykulu olduğu için yemekleri diğer abdal oraya koydu zannetmiş. Diğer akşamda aynı şeyler tekrarlanmış. Fakat üçüncü akşam abdallar Yunus'tan yemek istemiş. Yunus şaşırmış ve benimle dalga mı geçersiniz diye sormuş. Fakat abdallar gayet ciddiymiş. Yunus ne yapacağını bilemeden belindeki kuşağını yere serip başlamış dua etmeye "Yücelerden yüce Rabbim. Bu dervişler sana yakarırken her kimin yüzü suyu hürmetine dua ettilerse, sen o kulunun yüzü suyu hürmetine beni abdallara mahcup etme." Bu duadan sonra Yunus'un kuşağının üstünde dört ayrı sofra belirmiş. Abdallar şaşkınlıkla sormuş: "Ey kardeşlik. Kimin hatırına dua ettin de Allah sana bu kadar nimet gönderdi?". Yunus ayn soruyu abdallara yöneltmiş. "Ey dervişler. Asıl siz kimin hatırına dua ediyordunuz?" deyince abdallar "Biz, Tapduk Emre'nin kapısında yıllar yılı odun taşıyan bir Yunus vardır, onun hürmetine diye dua eder, iteriz. Çok şükür her gün nimet gelir."demişler. Yunus bu cevabı duyunca bayılacak gibi olmuş. Kendine geldiğinde ise sofranın etrafında iki ayrı abdal daha oturuyormuş. Yunus ilk defa pişmanlık duygusunu bu derece ağır yaşamış. Ve sonunda anlamış ki Tapduk, Yunus'u yavaş yavaş od ateşiyle yakıyormuş ama Yunus sabredememiş.
         Bu hikayede sabrın hayatımızda ne derece önemli olduğunu anlamış bulunmaktayız okurlarım. Sarıcaköy yolunda Yunus'un abdallarla karşılaşması onun için en büyük şans. Çünkü abdallarla karşılaşmasaydı nasıl bir hata yaptığını anlayamayıp kendi hayatını kötü bir yola sürükleyebilirdi. Sanırım Avare hikayesi hakkında yazmış olduğum yazı işinize yaramıştır. Fakat ben Yunus'un yerinde olsaydım daha baştan pes ederdim. Sonuçta art arda acılar yaşamış. Bu hikayede abdalların en önemli görevi Yunus'un gözündeki perdeyi kaldırmış ve gönül aynasındaki pası temizlemişlerdir. Aslında Mevlana hikayesi hakkında yaptığım yorumlama burada da geçerli. Hayatta her zaman bize yön verecek birileri olmalı. Abdalların bu hikayede Yunus'un hayatına verdiği yönün ne derece önemli olduğunu tartışmaya bile gerek yok.

          Ana Bacı
    Bu hikayeyi anlatmadan önce şuna değinmek istiyorum. Ana Bacı hikayesinden bir önceki hikaye olan Aslanlı Hünkar'da Yunus, Tapduk'un eşiğine geri dönme düşüncesindedir fakat ya beni kabul etmezse şüphesiyle yola koyulmuş.
     Bu hikayede ise Yunus dergaha vardığında beklenmedik bir şekilde karşılanmış. Eski dostları onu dergahtan kovmak istemiş. Yunus'a kötü sözler söylemişler ve bazende iki üç fiske atmışlar. Yunus ne kadar direnirse onlarda o kadar çok karşılık veriyormuş. Fakat Yunus, onlara bazı şeyler söyleyince durmuşlar. Yunus yorgunluktan yere yığılmış ve oradaki kalabalıkta dağılmış. Yunus olanları kendin yapılan bir sınav olarak görüyormuş. Yunus kendine geldiğinde başını ovan birini görmüş. Akabay imiş. Akabay, Yunus'u kendine getirmeye, ayağa kaldırmaya uğraşırken bir ayak sesi duyulmuş. Gelen Ana Bacı imiş (Ana Bacı, Tapduk Sultan'ın hanımı). Ana Bacı, Yunus'a olanları anlat demiş. Yunus anlatmayı bitirince Ana Bacı "Kalkabilirsen hemen kalk, Tapduk, sabah namazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat boylu boyunca. Üstüne basınca bu kim diye sorar bana. Ben 'Yunus' derim. 'Hangi Yunus' derse bil ki, gönlünden çıkmışsın; git buralardan. 'Bizim Yunus mu?' derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat." demiş. Yunus hemen kapı eşiğine uzanmış ve ayak seslerinin gelmesini beklemiş. Fakat o bekleyiş Yunus için saki yüzyıllara dönüşmüş. Ve sonunda ayak sesleri gelmiş, kapı açılmış ve Tapduk, Yunus'un tam yüzüne basmış. Tapduk bu kim hanım diye sorunca Ana Bacı Yunus'tur beyim demiş. "Bizim Yunus mu?" deyince Yunus hemen kendini affettirme çabasına girmiş. Sonra başlamışlar Yunus ile Tapduk konuşmaya:                                          "Bu kadar yolda ne kazandın Yunus?"                                                                                                     "Dört hakikat efendim."                                                                                                                             "Nedir bu dört hakikat?"                                                                                                                           "Birincisi iyilik, ikincisi hakiki aşk yani ilahi aşk, üçüncüsü nefsi terbiye ve dördüncüsü harama el sürmemek."                                                                                                                                                "Eh be Yunus! Biz seni Cenab-ı Hakk'ın huzuruna açacak idik. Sen gittik kendi kendini açtın. Şimdi geldik beşinci hakikate. Şimden gerü emek yetirmek senden, Hacı Bektaş'ın teklif ettiği nasibi vermek bizden... Haydi abdest alalım, ana sabah namazı kıldır!.."                                                                    Bu hikayede gerçekten duygulandım diyebilirim. Yunus'un o bekleyişi sadece ona değil, bana da bir yüzyıl gibi geldi. Aslında bu dört hakikatten biri en önemlisi. Nefsi terbiye. Nefsi terbiye etmek insanların ruhuna huzur getirir. Ne kadar yanlış yapmışsa yapsın pişmanlığına karşı dimdik durduğu için insanın içinde kendine güven duygusu oluşur. Zaten insanı insan yapan şeyler bu hakikatlerdir. Bu hikayeyi ben yazmış olsaydım ilk cümlem şu olurdu: "Nasıl insan olunur biliyor musun Molla Kasım?" . Sonuçta bütün bu hikayeleri Yunus, Molla Kasım'a anlatıyor. (Molla Kasım'ı unutmayalım.)

         Çelebi Faruk
     Yunus beş yıl daha dergahta kalmıştır. Bu hikayede ise dergahta kaldığı zamanlardan birinde olan bir olayı anlatıyor. Bir gün dergaha Horosan erenlerinden tam kırk tane pir gelmişti. Ve pirlerin de içinde bulunduğu tam seksen kişilik bir cehri zikir başlayacaktı. Zikir başladığında Tapduk kollarını göğe açarak "Yunus, söyle." dedi (Tapduk'un burada bahsettiği Yunus, dergahtaki Bizim Yunus'un adaşı ve dergahın Guyende'si). Guyende önce işitmemiş gibi yaptı. Tapduk ısrar edince Bizim Yunus, Tapduk'un bir sözünün kendisine mi yoksa Guyende'ye mi yöneltildiğini anlamadan başlamış kafiye düşürmeye ve zikri başlatmış. Zikir yaparken Yunus bayılmış fakat Yunus'un zikrini işitenler kendilerinden geçmişler. Erenler dergahtan ayrılırken Çelebi Faruk çıkagelmiş. Ve erenlere akçeler dağıtılmış fakirlere verilmek üzere. Ve erenle ayrılmış. Daha sonra Tapduk sormuş Çelebi'ye: "Hüdavendigar kardeşim Bizim Yunus hakkında ne demiş?" Faruk tam cevabı verecekken erenlerden biri atıyla geri dönmüş ve Yunus'a :"Hatırladım. Seni kime benzettiğimi hatırladım. Genç iken birlikte çok yerler dolaştık. Fakat şu an nerede olduğunu bilmem. Lakin Yunus Derviş'i görünce sanki onu görmüş gibi oldum. Adı Taybuga idi." Yunus, bunu duyunca şaşırmış çünkü bahsediln kişi onun dedesiymiş. Eren söyledikten sonra gitmiş kendi yoluna. Tapduk tekrardan Faruk'a dönmüş ve cevabı vermesini istemiş. "Sufilik yolunda hangi makama erişmişsem, şu Türkmen kocası Yunus'un ayak izini orada gördüm." cevabını vermiş Faruk. Yunus bunu duyunca artık dayanamamış ve bayılmış fakat kuyunun içine.
        Bu hikaye artık Yunus'un dervişlik yolunu tamamladığını bize göstermektedir. Zaten bir sonraki hikaye olan Baybars'ta Yunus, Tapduk tarafından bir "Şeyh" ilan edilmiş ve git kendi dergahını kur denilmiş. Tapduk, Yunus'a benim igsimi bulduğun yerde dergahını kur demiş (igsi=asa). Yunus yola koyulmuş il il gezmiş ve igsiyi bulduğu yere inanamamış. İgsiyi doğduğu yerde, Sarıcaköy'de bulmuş. Ve başlamış orayı tekrar inşa etmeye. 
       Bakın! Baybars hikayesi de aradan çıkmış oldu. Bu iki hikayedeki asıl temayı bize daha önce Mevlana söylemişti. Yunus artık yanmış ve yandırmaya başlayacaktı. 





















































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder