20 Mayıs 2016 Cuma

VEEEE SON !!!

           Bu kitabı okurken (siz inanmayacak olabilirsiniz ama) gözümden yaşlar geldi. Bizler bu kitapta Molla Kasım'ın yerindeydik yani hikayeyi bizzat Yunus'tan dinledik ve onunla birlikte mana ve madde arasında gidip geldik, hayal ve gerçek dünya arasında koşturduk, kerametlere şahit olduk, birlikte dergahlara girdik ve oralardan kaçtık, il il Anadolu'yu gezdik ve daha neler neler... Kitabın başında hatırlamıyor olabilirsiniz ama bir cümle söylemiştim. Bence bu kitabın büyük çoğunluğu kurmaca diye fakat okuduklarım ve okurken araştırdıklarım üzerine şunları söylemeliyim ki hiçte kurmaca bir kitaba benzemiyor. Tamam yazar kendini kitapta Molla Kasım isminde kurmaca bir karakter ile tanıtsada Yunus'un anlattıklarının gerçeklik payı büyük.
          Yunus Emre hakkında izlediğim etkileyici bir videoyu paylaşmak istiyorum. Ama bu videoyu izlemenizi canı gönülden ister ve ısrar ederim.
                                                                                                                                                             
            Evet sayın okurlarım. Yayınımın başında da söylediğim gibi Yunus ile birçok serüvene atıldık ve nefes nefese kaldık. Açıkçası ben çok yoruldum. Sanıyorum ki sizlerde yoruldunuz. Kitapla ilgili son cümlelerimde şunlara yer vermek istiyorum. İskender Pala'ya bu kitabı yazdığı için ne kadar teşekkür etsek az gelir. Çünkü o bu kitabı yazarak içimizdeki od'u yani Allah'a olan aşkı, O'na olan balılığımızı kuvvetlendirdi ve bize tekrar hatırlattı. Bunları bize yaşatırken de ustalıkla yazdığı cümleleri okuduk ve piştik. Sıra etrafımızı yandırmada. Yani bu kitabı tanıdığımız veya tanımadığımız herkese önermekte. Ben sizler adına buradan bu kitabı herkese öneriyorum.
Acaba Yunus benim bu yazdıklarımı görüp işitiyor mudur ve "Daha ne Yunus'lar çıkagelecek" diyor mudur? 
Evet artık sona geldik sayın okurlarım. Bir başka kitapta (bu kitabın türü fantastik, macera, aşk, korku olabilir farketmez yine bu kitapları anlatan ben olacağım :):):):) ) maceraya atılmak üzere esen kalın, hoşçakalın !!!!                                                                                                                                                        

19 Mayıs 2016 Perşembe

III.Bölüm- IŞIK

      Merhaba! Yeni bir yayına, yeni bir bölüme hoşgeldiniz. Bu bölüm hakkına sizlere biraz bilgi verelim. Kitabın son bölümü olan Işık'ta sekiz hikaye anlatılmaktadır:
Zahir Baba
Samuel
Çoban
Samuel
Geyikli Baba
Turakçın
Samuel
Molla Kasım
      Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum fakat bu bölümde üç adet Samuel hikayesi bulunmaktadır. Ayrıca bölümlerin başında size sorduğum soruyu bu sefer kendime soruyorum. Bu bölümün ismi neden Işık, Kubilay? Bence bu bölümün isminin Işık olmasının nedeni ya Yunus, Sarıcaköy'de Sitare'sini hatırladı ya da artık bir Şeyh olduğu için etrafındakileri od ateşiyle yandırmakta ve ışık saçmakta olması olabilir. Bunun nedenini ben okurken anlayacağım.  O zaman vakit kaybetmeyelim sayın okurlarım ve hikayelere başlayalım.

        Zahir Baba
 
   Yunus, Sarıcaköy'de yeni bir hayat kurmuş ve nimetleri günden güne artmaktaymış. Bir karabaş ile ceylan gibi güzel bir keçi bulmuş. Onlara isimler takmış. Karabaşa Durak, keçiye ise Marale adını takar (Marale=bir geyik türü). Günlerden bir gün Yunus, garip bir derviş olarak yollara çıkar. Anadolu'yu gezebildiği kadar gezer. Çok zorlu hayatlar, farkı insanlar ve bu insanlara yapılan eziyetlerle tanışır. Tapduk adında, Oncallı adlı bir köyde erenlerden olan bir pir ile tanışır. Ve Niyazabad'da Avşar Baba'nın halifesi olan Zahir Baba ile karşılaşır. Zahir Baba'nın yanında iki yıl kalır Yunus. Zahir Baba ile yapılan sohbetlerde Yunus'un gönlü ferahlar. Fakat Zahir, Yunus'a öyle bir hikaye anlatır ki kendisinin bile gözü dolar. Hikayesi bittiğinde Yunus'a dönerek "Seni kime benzettiğimi buldum Yunus." der heyecanlı bir şekilde. Ve yine Yunus'un benzetildiği kişi, sizinde tahmin edeceğiniz üzerine Taybuga olur. Yunus her zamanki gibi şaşırır. Daha sonraki günlerde Yunus, Tapduk Sultan'ının ölüm haberi alır ve yıkılır. Daha da orada durmaz çünkü o oradayken Zahir Ahi'nin ölümünü de kaldıramaz ve yeniden yollara düşer.
       Aslında Yunus, bu hikayede dergahta duran bir sultan değil; sanki her yeri gezen ve bile olan abdallara benziyor. Fakat abdallardan tek farkı Yunus, halktan uzak biri değil. Her neyse bu hikayede bazıları gibi etkileyici hikayelerden. Özellikle onun sayesinde piştiğiniz, bir değere sahip olmanızı sağlayan insanların ölümü üzerine yazılması daha bir etkileyici. Ben -diğer yorumlarımda da söylediğim gibi- böylesine gelen ölüm haberlerine dayanamazdım. Üstüne üstün gittiği her yerde dedesinin ismi duyan fakat babasını bile doğru tanımamış olmak.


       Bu hikayeden sonra gelen Samuel hikayesinde İsmail, Molla Kasım'a babasını ararken yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Hikaye İsmail tarafından Yunus için yazdırılan bir mektup ile başlıyor. İsmail, Anadolu topraklarında bir çete kurmuş, Samuel Çetesi. Ve bu çetenin en yaşlı üyesinin yavru bir kurdu vardır. Bu üye öldüğünde Samuel yani İsmail bu kurdu yetiştirmeyi kendin görev bilmiş ve ismini Bozışık takmıştır. Sizlere bu hikayenin kilit noktalarını anlattım. Bunların ne işe yarayacağını bir sonraki hikayeyi anlatırken göreceksiniz.

      Çoban

     Yunus, Niyazabad'dan ayrıldıktan sonra neredeyse bütün Anadolu'yu gezmiştir. Anadolu'da neredeyse Çekikgöz baskısı kalmamış ve her yerde Türk beylikleri kurulmuştu. Bu yolculuk sırasında Durak'a iri ve güzel bir kurt saldırmış, Durak'ın ayağını yaralamıştı. Ayrıca bozkırda Samuel Çetesi olarak bilinen ve küçük hırsızlıklar yapmaktan çıkıp koskoca kervanların yollarını kesen bir gruptan bahsediyormuş. Yunus artık sünnet olan yaşı tamamlamış ve artık sadece insanların iyiliği ve onlara yardım etme düşüncesiyle yaşıyormuş. Zaten gözleri de iyice ağrımaya başlamış. Yunus, nereye gitse
dedesi Taybuga'nın kahramanlıklarını duyuyormuş. Bir gün yollarda iken Yunus, bir çoban ile karşılaşır. Fakat çobanın sürüsü huysuzdur. Yunus neden böylesine huysuzlar diye sorunca çoban "Sohbet isterler." demiş. Çoban o güzel ve rahatlatıcı sesiyle bir kaside okur gibi söylemeye başlayınca bütün sürü hatta Yunus bile kendinden geçer. Herkes bu duygular içindeyken çoban yanık bir türkü gibi söyler: "Dertli ne ağlayıp gezesin burda/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür/ Nice aşık kondu göçtü buradan/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür..." Yunus'un gözünden yaş gelmiş ve sormuş çobana: "Sen hiç bildin mi Yunus'u?" Çoban Yunus'u tanımadığını söyler ve başlar Yunus hakkında dua etmeye.
         Umarım bir önceki hikaye olan Samuel'de size verdiğim kilit noktaların önemini bu hikayede anlamışsınızdır. Bozkırda Durak'a saldıran kurt belkide Bozışık'tı ve Durak'ın ayağına yara izini o bıraktı. Bu olayı hayvanların sahiplerince değerlendirirsek Yunus'un hayatında derin bir yara olan İsmail'in kaybolmasıyla ilişkilendirebiliriz. Ayrıca Yunus'un bozkırda kulağına gelen Samuel Çetesi  bu hikayenin önemli noktalarından biri. Ama Yunus nereden bilsin ki İsmail'in yeni adının Samuel olduğunu. Keşke o çete Yunus, bozkırda yalnız başına dolaşırken Yunus'u bulsaydı. Ama Durak'a saldıran kurdun Bozışık olduğunu düşünürsek yolları aslında birbirleriyle kesişmiş gibi. İşte hayatımızdaki bu gibi kesişmeler belki ileriye dönük yeni bir hayatın başlangıcı olabilir düşüncesindeyim.
   


       Çoban'dan bir sonraki hikaye olan Samuel'de sadece bir noktaya değinmek istiyorum. Samuel ve çetesi yıldızların neredeyse çam dallarına dokunacak gecelerde bir su başı bulup eğleşiyorlardı. Fakat bir akşam buldukları su başının söylediği türkü; İsmail'in hiç aşık olmadığı halde, öyle hissetmesine neden olmuştu. Bu türkü şu idi: "Dertli ne ağlayıp gezersin burda/  Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür/ Nice aşık kondu göçtü buradan/ Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür." Bu o çoban idi. Yunus'un karşılaştığı çoban fakat İsmail bunu nereden bilebilirdi ki. Daha öncede söylediğim gibi hayatlar siz farkında olmasanız bile kesişir.

        Geyikli Baba

   Bu hikaye sanırım kitabın en uzun hikayesi. Bu yüzden çok fazla uzatmayacağım. Yunus, Geyikli Hasan Baba'nın dergahına varır. Kapıda dervişlerle karşılaşır fakat bu dervişlerden sadece biri Yunus'un geldiğine sevinir gibi olmuş. Yunus o dervişin adını öğrenmiş, Turakçın. Yunus ile Turakçın birbirleriyle uzun zaman konuşur hatta bazen birbirleriyle mana aleminde konuşurlar. Mana aleminde kendilerini görürler. Yaratılış sırasında yan yana oldukları canlanır zihinlerinde. Sonra birlikte Geyikli Baba'nın eşiğine giderler. Geyikli Baba onlara Şeyh Abdürrezzak Efendi'nin dillere dolanmş hikayesini anlatır. Anlatılan hikayeyi biraz size özet geçeyim. Şeyh Abdürrezzak rüyasında bir kız görür ve aşık olur. Bu kızı bulmak için Hristiyan topraklarına varır. Fakat kızın istekleri varmış; şarap içmek, Kur'an'ı yakmak, ibadetini kilisede yapmak gibi. Şeyh bu istekleri teker teker yapınca müritleri birer birer ondan ayrılır. Kız yalancı çıkar ve Şeyh onun isteklerini yerine getirmiş bile olsa onu istemez. Fakat bu sefer kız Şeyhi rüyasında görür ve onun arkasından gider ama ömrü yetmez. Şeyh bu durumu kızın ailesine anlatmak ister fakat onunda ömrü yetmez. Şeyhin yanında kalan bir mürit olanları kızın ailesine anlatır ve oda orada can verir. Bu hikaye birçok kişinin müslüman olmasını sağlamış. Her neyse Geyikli Baba Yunus'a artık senin rehberin Turakçın'dır demiş. Turakçın ile yolculuk sırasında bir abdal ışık ile karşılaşmışlar. Yunus, abdalın tam adını soracakken abdal Yunus'tan daha önce davranarak "Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz Yunus ahi." deyip oradan ayrılmış. Yunus "Ah Çelebi Faruk... Meğer benim yürüdüğüm yoldan sen yıllarca önce geçmişsin!.." diye yakarmış. Yunus, Turakçın ile birlikte, üzerinde Sitare'nin yıldız nakışlı heybesi, zihninde Çelebi Faruk ile geçen hatıralar ile yürümüş, yürümüş, yürümüş...
        Bu hikaye uzun olduğu kadar duygulandırıcı da. Kitabın başından beri merak ettiğim Turakçın ile sonunda tanıştım. Aslında burada hayatımızdaki rehberin sürekli değişebileceği anlaşılıyor. Ayrıca hikayede müridin mürşidi bulması, yaratılış alemi gibi tasavvufi terimleri görmekteyiz. Zaten Yunus'un bulunduğu bir yerde bunların olmaması anlamsız olur. Ayrıca Turakçın ile yeni bir serüvene atılacak mı merak ediyorum. Kitabın bitmesine az kaldı biliyorum ama yazarın ustalığıyla bu serüven iki cümleye bile sığdırılır.


     Turakçın ve Samuel

      Bu iki hikayeyi size birleşmiş bir şekilde anlatacağım. Turakçın ile Yunus birçok yol almış ve Yunus'un gözü gün geçtikçe daha kötüye ilerliyormuş. Günlerden bir gün Samuel Çetesi ile yolları kesişmiş. Samuel gelenler var galiba demiş ve çetedeki her üye sessizce beklemiş. Fakat birden bire Bozışık ve Durak'ın yavrusu kavgaya tutuşmuş. Sanki eski bir meseleyi çözermişçesine. Fakat etrafta kimse yoktu. Sonunda Yunus ile Turakçın çıkagelmiş. Yunus "Durun!.. Ne istersiniz durun!?" deyince kimse kulak asmamış. Fakat atlı olanlar Turakçın'a saldırmaya başlamıştı bile. İçlerinden biri Yunus'un taş atmasını görünce "Hatırladım reis bu derviş.." demeden İsmail zehirli bir oku Turakçın'ın boynundan saplamış. Yunus şaşkına dönmüş ve hayatında üzülmediği kadar üzülmüş. Ve Turakçın'ı kurtarma umuduyla ayağa kalkmayı denemiş.
      Bu iki hikayeyi birlikte yazmamın nedeni aralarında konu bütünlüğünün tam olması fakat bu iki hikayeyi okurken tekrar bir hüzün duygusu içinizi kaplıyor. Çünkü Yunus'un can dostu bir kardeşi, yani tekrar aileden birini kaybediyor. Bu kadar acı yeter. Eğer ben buralara kadar ulaşmış olsaydım ki bunu başaramazdım kendimi bu dünyadan sürerdim. Yunusun yaşadıkları ve bize yaşattıkları katlanılabilir bir şey değil. Biz Turakçın'ı daha yeni tanımışken o bizden ayrılıyordu. Aslında şunu söylemek gerekir ki rehberini kaybedersen yolunu kaybedersin fakat Yunus'un bulunduğu durumda Yunus zaten yoluna ulaşmıştı ve rehberin görevi bitmişti. Yunus sonunda İsmail'ine kavuşmuş fakat daha haberi yoktu.


               Molla Kasım

      Yunus, sonunda oğluna kavuşmuştur. Aralarında Şüphe adlı metindeki konuşma geçmiştir. Fakat hasrete dayanamayıp barışmışlardır. Barıştıktan ve Sarıcaköy'e geldikleri zamanın üstünden bir yıl geçmiş. Yunus, İsmail'den bir aile kurasını ve çocuklarının olmasını istemiş. İsmail evlenmiş ve "Yerce" adında bir köye taşınmış. İsmail, Yerce'de kendi yaptırdığı medresede müderrislerin mütevellisiymiş. Bu medreseye her kim öğrenci olursa  kendisine ilk önce Yunus'un ilahileri ezberletilirmiş.Buradan Yunus'un şiir yazmaya başladığını görmekteyiz.
    İsmail, babasını tanıdıkça onun oğlu olmaktan gurur duyar hale gelmiş. Molla Kasım, İsmail ile tam bir ay sohbet etmiş. Fakat son konuşmaları Yunus'un ölüm anı ve sekerat-ı mevt haline dair imiş. Sekerat-ı mevt kavramını bilmeyenler için açıklayayım. Bu kavram "ölüm sarhoşluğu" anlamına gelmektedir. Kulun ruhunu teslim etmeden evvelki son anına denir. Her neyse Yunus sekerat-ı mevt halinde iken zaviyeye gurbetten gelenler, Sarıcaköylüler ve daha kimler kimler Yunus'un başucuna geçmiş Yasinler okuyor, zikirler ediliyordu. Yunus, Hakk'a yürümek üzereyken bile yüzü hala gülümsüyordu. Sonra Yunus, kendisini ziyarete gelen dervişlerden birine "Haydi sor!" demiş. Derviş: "Ey azizler azizi Yunus Emrem! Şiirleriniz kaç adettir?". Bu soruya herkesten çok Molla Kasım şaşırmış ve şaşırmalı idi zaten. Çünkü Yunus'un şiir tomarını yakıp yırttığı zaman kaç adet olduğuna hiç dikkat etmemişti. Derviş sorusunda ısrar edince Yunus "Sevgiliye gidecek hediyeyi saymak yakışık almaz, öyle değil mi?" cevabını verince yedi dervişin yedisinin de birbirlerinden habersiz, cübbelerinin içinde gizliden gizliye çekmekte oldukları tespihlerin iplerin koparıverdiklerini Molla Kasım anlayamamış.
         Anlayacağınız üzere Yunus vefat etmiştir. Fakat hikayesini devam ettirme görevi İsmail'in, onun çocuklarının, Molla Kasım'ın ve ayrıca bizim idi. Yunus her ne kadar ölmüş olsa bile Molla Kasım'ı affetmiştir. Çünkü böylesine güzel bir kitabı yazanı affetmemek  elde değil.
         Aslında devam eden yorumlamamı bir sonraki yayında yapacağım. Hadi hep beraber diğer yayına gidelim.






































III.Bölüm'e Geçmeden Önce

            Hatırladığınız üzere sizlere bölüm başında bir soru yöneltmişti. Bu bölümün adı neden Derviş? Aslında bu sorunun cevabını söylemeye gerek bile yok. Bu bölümü okurken Yunus ile birlikte birçok maceraya atıldık. Olayları Yunus'un gözünden gördük. Aslında burada bizim rolümüz bunlardan daha farklı. Bizim rolümüz Molla Kasım ile aynı. Yunus anlattıkça biz dinledik. Değerli okurlarım! Umarım yaptığım yorumlamaları ve anlattıklarımı beğenmişsinizdir. Aslında bu bölüm bize insan nedir sorusunun cevabını veriyor. Bu yayını Yunus'un insanlıkla ilgili söylediği şiirlerle bitirmek istiyorum.

İlim, ilim bilmektir,
İlim, kendini bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.

Beni bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri




15 Mayıs 2016 Pazar

II.Bölüm-DERVİŞ

  Arkadaşlar herkese merhaba! Bu bölümde sizlerle Yunus'un Allah yolunda ilerlerken ne tür olaylarla karşılaştığını göreceğiz. Bu bölüm toplam 13 hikayeden oluşmaktadır:
Tapduk Sultan
Çelebi Faruk
Mevlana Hüdavendigar
Samuel
Padişah
Avare
Abdallar
Aslanlı Hünkar
Ana Bacı
Samuel
Yunus-ı Guyende
Çelebi Faruk
Baybars
      Bu bölümde ilk bölümdeki hikayelerle aynı adları taşıyan hikayeler mevcut. Bunun nedeninin ilk bölümdeki hikayelerin devamı niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Aslında kitap böyle daha etkileyici olmuş fakat hikayeden hikayeye geçerken bazen konu bütünlüğü kayboluyor. Olsun biz böyle ufak ayrıntılarla ilgilenmeyelim. Bu arada size ilk bölümde olduğu gibi bir soru soracağım. Bu bölüme neden Derviş ismi verilmiş? Hadi bunu ben hikayeleri anlatırken siz de bir düşünün. Ayrıca şunu söylemeliyim ki bu bölümde de yorumlama taktiğim aynı olacak. Fakat okurlarımın eleştirileri üzerine hikayelerin özet kısmını sıkmadan, boğmadan, kısa ve öz olarak anlatacağım. O zaman hadi başlayalım.

   Tapduk Sultan


     Yunus kurban bayramının ilk gününde Tapduk'un kapısına varır. Tapduk'un huzuruna gittiğinde bir de ne görsün. Birinci bölümün son hikayesi olan Sitare'deki Yunus'un hayalinde gördüğü kişi. Yani artık Yunus onunla birlikte Allah yolundaydı. Yunus her şeyiyle kendini Tapduk'a teslim etti.Her neyse Tapduk Yunus'a yeni rehberini gösterince Yunus adeta şok olmuştu. Yunus'un rehberi bir Çekikgöz idi. Yunus için sınav şimdiden başlamıştı.Yunus'un büyük bir sabır göstermesi gerekliydi. Çekikgözlünün ismi Akabay imiş. Gözleri görmez fakat o bir hekim ve zehir ustasıymış. Hekim olduğu için Yunus'a şifalı bitkileri toplatıyormuş. Yunus iki yıl kadar onun yanında çalıştığında artık her bitkinin özelliğini bilir hale gelmiş. Burada bize dergahların sadece Allah yolunda değil, dünya yolunda da bilgi sahibi olmayı vurguluyor. Yunus için zaman akıyordu ve Yunus neredeyse hiçbir muhabbete katılmıyordu. Muhabbet zamanları o odun toplamaya gidiyordu. Yunus'un ismi dergahta "oduncu Yunus" olmuştu. Yunus'un dergaha geleli üçüncü yılıydı ve kendini oranın en bahtiyar insanı olarak hissediyordu. Artık okuma ve yazma biliyordu. Fakat dergahta Yunus'un kulağına bir şey takıldı. Larende'den gelen bir derviş, Moğolların kaçırdığı zeki bir çocuktan bahsetmiş. Anlattığına göre de İsmail'e çok benziyormuş. Yunus'a yeni bir umut doğmuştu.
      Bu hikayede bir şey benim çok dikkatimi çekti. Eminim ki sizin de dikkatinizi çekmiştir. Yunus'un dergahtaki rehberi bir Çekikgözlü. Aslında böyle bir duruma ben dayanamazdım. Çünkü neredeyse bütün aile fertlerinin kaybına sebep olanlar onlar, Çekikgözlüler idi. Fakat hikayede Yunus'un şu sözü beni çok etkiledi: "Çekikgözün benden aldığını bana yine bir Çekikgöz verecekti." Zaten hikayeyi özetleyen de bu söz. Ayrıca Yunus'un muhabbet zamanları odun toplamaya gitmesi ilgi çekici.Odun kelimesinin kökü olan ve kitaba ismini veren "od" sözcüğü için yani gönüllerde ki aşkı tutuşturan alev için Yunus odun toplamaya gitmiştir. Çünkü insanın nefsini terbiye etmesi için önce kendisiyle baş başa kalması, gönlünü temizlemesi ve orayı ilahi bir aşk yani od ile doldurmalıdır. Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Yunus, Tapduk'un huzuruna geldiğinde Tapduk Yunus'a "Sen ne kadar dünya kokuyorsun." demiştir. Bunu demesinde ki manayı anlamışsınızdır. Aslında Tapduk, Yunus'a bu sözü söylerken bir öğüt veriyor. Yani demek istediği dünyadan biraz kop ve kendinle baş başa kal. Nefsini Allah sevgisi ile doldur ve tasavvuf yolunda ilerle. Zaten Yunus'un dergaha gelme sebebi de bu.

     Çelebi Faruk
 
    Yunus, Çelebiler ile birlikte Larende'ye yola çıkmıştı. Yunus ile ilgilenen çelebinin adı Faruk idi. Yunus'un çelebilerle yaptığı yolculuk ona dervişlik hakkında hayat kurtaracak tecrübeler elde ettirdi. Çelebiler "Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz; her şeyin malik ve sahibi Allah'ır." sözünü dillerinden hiç eksik etmiyorlarmış. Fakat kimse çelebiler hakkında pek fazla bilgi bilmiyormuş. Yolculuğa sekiz çelebi ile çıkmış Yunus. Gece çelebilerin dördü uyur, diğerleri ise nöbet tutarmış. Yunus bir akşam çelebilerin ne yaptığını öğrenmeye heveslenmiş ve o akşam uyumamaya karar vermiş. Yunus bunu yapmaya karar verdiğinde aklına Tapduk Sulta'nının sözü gelmiş: "Senin olmayanı araştırma. Tecessüs apaçık bir sınavdır.". İnsan bu sözleri duyunca tabiki de içinde bir suçluluk duygusu oluşuyor ama insanın aklındaki meraklar arttıkça yapacağı işten uzaklaşır. Neyse konumuza dönelim. Yunus o akşam uyumaz fakat çelebilerden biri Yunus'un uyumadığını anlayınca "Gönlün uymuyor madem dilin neden uyuyor Derviş Yunus?" deyince Yunus çok utanmış ve uyuyor gibi görünmeye çalışmış. Yunus çelebiler ile Konya'ya varmış. Çelebi Faruk, Yunus'a dönüp "Hadi bakalım merakından kurtulmaya" deyince Yunus tekrar çok utanmış ve anlamış. Çelebiler etrafını da çok iyi gözetliyor. Yunus buraya geldiğinde ilk defa bir sultan görmüş. Çelebilerin yol boyunca koruyup kolladığı sandığı Sultan Mesut'a teslim etmişler. Sultan sandığı açtığında içinin altınla dolu olduğunu görmüş ve üzerinde yazı yazan bir parça kağıdı okuyup öpmüş. Sonra da Faruk hanginiz deyip hikayeyi anlatmasını istediğinde Faruk başlamış anlatmaya: "Yedi yıl önce babam ve oğlumla oturuyordum. Oğlum Lokman (Lokman aynı zamanda dergahta Tapduk Sultan'ın yardımcısı) altı yaşına bastığında okuma yazma öğrenmesi için bir hocaya götürdüm ve oğlum kısa zamanca Kur'an'ı hatim etti. Bende hocaya bir hediye olarak tek para kaynağımı olan atımı verdim. Fakat o atı verdiğim günden itibaren hiç para kazanamaz olduk. Günler aylar geçti ve üç gece üst üste rüyamda ihtiyar birinin bana 'Kalk ve başının altını kaz.' dediğini gördüm. Başladım kazmaya ve bu sandığı buldum. Onu hemen Tapduk Sultan'a verdim. Ve de o gün bu gündür Lokman ile ben Tapduk eşiğine girdik.". Sultan, Faruk'a neden bu altınları bana veriyorsun dediğinde ise "Sultanım bu altınları sizin topraklarınız üzerinde budum yai bunlar sizin." cevabını almış. Sultan altınlardan birini eline almış ve üzerindeki yazıyı okuması için bir kâtip çağırtmış ve üzerinde yazan yazıyı okuyunca salondaki herkesin kanı çekilmiş. "Hürmet edince Faruk, Allah'ın Kitabına/ Allah da altın yazdı Faruk'un hesabına". Sultan Mesut "Her e kadar ben bu ülkeye hükmediyor olsam da Allah bu altınlar sana vermiş." deyince Faruk her zaman tekrar etmiş: "Ben hiçbir şeye sahip ve malik değilim; her şeyin malik ve sahibi olan Allah'tır. Ben bunları geri götürecek değilim.". Bunu duyan Mesut: "Bende senden onu alacak değilim." demiş ve o altınları ne kadar fakir fukara varsa onlara dağıtmış.
       Bu hikayenin özetini böylesine uzattığım için özür diliyorum ama bu kadar uzatmasam kitabı okumayan birinin yapacağım yorumlamadan bir şey anlamayacağını düşündüm. Evet gerçekten de bu yolculuk bize Yunus'a dervişlik hakkında fazlasıyla bilgi toplamamıza vesile olmuştur. Yunus oğlunu bulma yolculuğunda aslında kendini bulmuştur. Yunus Konya'nın fukara listesine bakınca kendi haline şükretmiş. Çünkü onun durumundan daha fena olanlarda vardı. Ayrıca Yunus, Çelebilerin sürekli tekrar cümleyi duyunca o anda çelebilerin yüreğine ve ruhlarına kattığı yüceliği fark edince gerçek dervişlik işte bu demiş. Bir lokma ve bir hırka ile derviş olunmuyordu. Açıkçası bu hikayeyi okurken çelebilere imrendiğimi söylemeliyim. Düşünsenize Sultanların bile saygıyla dinlediği ve sanki Sultanlıktan daha yüce bir mevkide gibi iletişim kurduğu çelebilik. Ve sadece bununla birlikte kalmayıp yürekleri ilahi aşk ateşiyle yanıp kavrulan kişiler. Ayrıca bu hikayeyi okurken aklıma Konya'da oldukları takıldı. Eğer Konya'da iseler Mevlana 'da oradadır. Acaba Yunus, İsmail'i aramaya çıkarken başka bir dervişlik macerası mı yaşayacak? Bunu hep birlikte öğreneceğiz. Özet kısmında bahsetmediğim bir husus daha var sayın okuyucularım. Yunus Sultan Mesut'un huzuruna geldiğinde saraydan o kadar etkilenmiş ki cennete bile benzettiği olmuş. İşte değinmek istediğim yer burada Yunus'un içinden geçirdiği söz: "Cennet cennet dediklei birkaç köşk ve birkaç huri." Yunus'un bu sözü Bana Seni Gerek Seni şiirinde de geçiyor. Şunu anladım ki Yunus yazdığı şiirleri birebir yaşamış.



        Mevlana Hüdavendigar

      Günlerden Cuma idi. Yunus ile Çelebi Faruk, Mevlana'nın İplikçi Camii'nde verecek olan vaazını dinlemek istiyorlardı. Vaazda Mevlana, aşktan, sevgiden, ben duygusunun kötülüğünden bahsetmiş. Ayrıca ölüm üzerine de konuşmuş fakat bu konuşması sırasında hep Yunus'a bakmış. Yunus bu bakışlardan çok etkilenmiş. İçinde aşkı, güzelliği, mahviyeti hissetmiş. Namaz zamanı Mevlana, Yunus ile Çelebi Faruk'un arasına girip Yunus'a dönmüş ve "Hele senden Tapduk kokusu alırım." demiş. Bu sefer Faruk'ta heyecanlanmış. Nasıl olur ki bizim Tapduk Sultan'ın yanından geldiğimizi bilebilir şüphesine düşmüşler. Namazı Yunus ile Faruk arasında kıldıktan sonra herkes Mevlana'nın etrafına toplanmış. Mevlana, Yunus'a "Tapduk kokusu! Kafiye düşür!.." diyerek Yunus'un içindeki şiir ateşini uyandırmış ve başlamışlar birlikte kafiye düşürmeye. Kafiye atışmaları bittikten sonra Mevlana, Yunus ve Faruk ile birlikte sultan türbelerine kadar yürümüş. Yolda Mevlana "Muradın ne?" sorusunu Yunus'a yöneltmiş. Yunus muradının İsmail olduğunu hissetmiş fakat bunu desem Mevlana'nın elinden ne gelirdi diyerek başka bir cevap vermiş: "O'nun muradı benim muradımdır."  Mevlana bu cevabı duyunca " Allah'ın muradı mürit, müridin muradı O olmak gerektir." demiş. Yunus "Sitare ile ben gibi" demek üzereyken Mevlana " Sevenle sevilen gibi" deyivermiş. Yunus bunu duyunca Sitare aklında daha çok canlanmış. Mevlana "Kimi hatırlarsın Yunus?" diye sormuş. Yunus tam Sitare diyecekken Mevlana " Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak!" cevabını verince Yunus konuşamayacak derecede sarsılmış. Sanırım kalp gözüyle düşündüklerimi hissetti diye düşününce Mevlana konuyu değiştirmiş. Ayrılma zamanında Mevlana, Yunus'a şu güzel sözleri söyleyip yolları ayırmışlar: " Derviş Yunus, bana yan ama tütme dediler. Sana yan ve yandır denilmiş!.." Ve tekrar Yunus ve çelebiler koyulmuş Larende yoluna. 
        Bu hikayede Mevlana'nın Yunus'un hayatındaki bazı önemli parçaları değiştirdiği anlaşılıyor. Sizin de gözünüze çarpmış olmalı sayın okurlarım. " Yıldızdan geç Yunus, artık güneşe bak" sözü bu durumu özetliyor. Mevlana, Sitare'yi, Yunus'un Allah yolundaki bir engeli olarak görüyor. Ayrıca bu hikayede Mevlana ile Yunus'un şiir atışması hikayenin en güzel yerlerinden biri. Ve bu şiir atışmasında Yunus'un bilindik bir şiirinin örneği bulunuyor. "Beni bende demen, bende değilim. / Bir ben vardır bende benden içerü." Yani buradaki kasıt insanlarda önemli olan şey dış görünüş değil, içinin güzelliğidir. Mevlana, Yunus'ta bu duyguyu anlamış olmalı ki hikayede şu cümlelerle Yunus'tan bahsetmektedir: "Sen bizi gizli yüzümüzden tanırsın. Başkasının gözle göremediğini sen kalp ile görürsün. Bahtın açık olsun.." Bu hikayede açık ve net olarak şu anlaşılıyor ki sayın okurlarım; hayatta her zaman bize doğru yolu gösterecek ve hayatta daima doğru kararlar almayı bize gösterecek olan bir rehbere ihtiyaç vardır. 



          Abdallar

    Bu hikayeye direkt olarak geçmemin nedeni Samuel, Padişah ve Avare adlı hikayelere yapacağım yorumların diğer hikayelere yaptıklarımla benzer olması. Fakat bunların içinden sadece birinin konusu hakkında bahsedeceğim. Çünkü Abdallar hikayesine yapacağım yorumlamayı anlamanız için önemli bir nitelikte. Konusundan bahsedeceğim hikaye Avare. Bu hikayede Yunus, dergahta yaptığı getir götür işleri, şifalı bitkilerin özellikleri öğrenmekten başka mana ve maneviyat hakkında kendisine hiçbir şey katmadığını bizlere söylüyor. Ayrıca Tapduk Emre'nin kendisini gözünden çıkardığı düşüncesi de kafasına kazınıyor. Buna karşın Yunus'ta dergahtan kaçarak Sarıcaköy'e doğru yola çıkıyor. Ve de dervişlerin arasında çıkan Yunus'un şeyhin kızına aşı olduğu söylemleri Yunus'u bir hayli öfkelendiriyor. Ve dervişler hakkında artık daha farklı düşünmesine sebep oluyor.
        Şimdi asıl konuya dönelim. Yunus, Sarıcaköy yolunda iki abdalla karşılaşır. Bu iki abdal geceyi birlikte geçirelim diye Yunus'a teklif sunar. Bu iki abdal bir mağarada, halktan uzak neresiyse orada kalıyorlar. İlk gecede abdallar önce abdest almış. Sonra Yunus'ta abdest almış fakat tam abdestini bitirdiği sırada su durmuş. Yunus şaşırmış. Namaz kılıktan sonra abdallardan biri kuşağını açıp yere sermiş. Yunus o sırada çok uykuluymuş. Yarı baygın haldeymiş. Ve birden kuşağın üstünde yemekler belirmiş. Yunus yarı uykulu olduğu için yemekleri diğer abdal oraya koydu zannetmiş. Diğer akşamda aynı şeyler tekrarlanmış. Fakat üçüncü akşam abdallar Yunus'tan yemek istemiş. Yunus şaşırmış ve benimle dalga mı geçersiniz diye sormuş. Fakat abdallar gayet ciddiymiş. Yunus ne yapacağını bilemeden belindeki kuşağını yere serip başlamış dua etmeye "Yücelerden yüce Rabbim. Bu dervişler sana yakarırken her kimin yüzü suyu hürmetine dua ettilerse, sen o kulunun yüzü suyu hürmetine beni abdallara mahcup etme." Bu duadan sonra Yunus'un kuşağının üstünde dört ayrı sofra belirmiş. Abdallar şaşkınlıkla sormuş: "Ey kardeşlik. Kimin hatırına dua ettin de Allah sana bu kadar nimet gönderdi?". Yunus ayn soruyu abdallara yöneltmiş. "Ey dervişler. Asıl siz kimin hatırına dua ediyordunuz?" deyince abdallar "Biz, Tapduk Emre'nin kapısında yıllar yılı odun taşıyan bir Yunus vardır, onun hürmetine diye dua eder, iteriz. Çok şükür her gün nimet gelir."demişler. Yunus bu cevabı duyunca bayılacak gibi olmuş. Kendine geldiğinde ise sofranın etrafında iki ayrı abdal daha oturuyormuş. Yunus ilk defa pişmanlık duygusunu bu derece ağır yaşamış. Ve sonunda anlamış ki Tapduk, Yunus'u yavaş yavaş od ateşiyle yakıyormuş ama Yunus sabredememiş.
         Bu hikayede sabrın hayatımızda ne derece önemli olduğunu anlamış bulunmaktayız okurlarım. Sarıcaköy yolunda Yunus'un abdallarla karşılaşması onun için en büyük şans. Çünkü abdallarla karşılaşmasaydı nasıl bir hata yaptığını anlayamayıp kendi hayatını kötü bir yola sürükleyebilirdi. Sanırım Avare hikayesi hakkında yazmış olduğum yazı işinize yaramıştır. Fakat ben Yunus'un yerinde olsaydım daha baştan pes ederdim. Sonuçta art arda acılar yaşamış. Bu hikayede abdalların en önemli görevi Yunus'un gözündeki perdeyi kaldırmış ve gönül aynasındaki pası temizlemişlerdir. Aslında Mevlana hikayesi hakkında yaptığım yorumlama burada da geçerli. Hayatta her zaman bize yön verecek birileri olmalı. Abdalların bu hikayede Yunus'un hayatına verdiği yönün ne derece önemli olduğunu tartışmaya bile gerek yok.

          Ana Bacı
    Bu hikayeyi anlatmadan önce şuna değinmek istiyorum. Ana Bacı hikayesinden bir önceki hikaye olan Aslanlı Hünkar'da Yunus, Tapduk'un eşiğine geri dönme düşüncesindedir fakat ya beni kabul etmezse şüphesiyle yola koyulmuş.
     Bu hikayede ise Yunus dergaha vardığında beklenmedik bir şekilde karşılanmış. Eski dostları onu dergahtan kovmak istemiş. Yunus'a kötü sözler söylemişler ve bazende iki üç fiske atmışlar. Yunus ne kadar direnirse onlarda o kadar çok karşılık veriyormuş. Fakat Yunus, onlara bazı şeyler söyleyince durmuşlar. Yunus yorgunluktan yere yığılmış ve oradaki kalabalıkta dağılmış. Yunus olanları kendin yapılan bir sınav olarak görüyormuş. Yunus kendine geldiğinde başını ovan birini görmüş. Akabay imiş. Akabay, Yunus'u kendine getirmeye, ayağa kaldırmaya uğraşırken bir ayak sesi duyulmuş. Gelen Ana Bacı imiş (Ana Bacı, Tapduk Sultan'ın hanımı). Ana Bacı, Yunus'a olanları anlat demiş. Yunus anlatmayı bitirince Ana Bacı "Kalkabilirsen hemen kalk, Tapduk, sabah namazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat boylu boyunca. Üstüne basınca bu kim diye sorar bana. Ben 'Yunus' derim. 'Hangi Yunus' derse bil ki, gönlünden çıkmışsın; git buralardan. 'Bizim Yunus mu?' derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat." demiş. Yunus hemen kapı eşiğine uzanmış ve ayak seslerinin gelmesini beklemiş. Fakat o bekleyiş Yunus için saki yüzyıllara dönüşmüş. Ve sonunda ayak sesleri gelmiş, kapı açılmış ve Tapduk, Yunus'un tam yüzüne basmış. Tapduk bu kim hanım diye sorunca Ana Bacı Yunus'tur beyim demiş. "Bizim Yunus mu?" deyince Yunus hemen kendini affettirme çabasına girmiş. Sonra başlamışlar Yunus ile Tapduk konuşmaya:                                          "Bu kadar yolda ne kazandın Yunus?"                                                                                                     "Dört hakikat efendim."                                                                                                                             "Nedir bu dört hakikat?"                                                                                                                           "Birincisi iyilik, ikincisi hakiki aşk yani ilahi aşk, üçüncüsü nefsi terbiye ve dördüncüsü harama el sürmemek."                                                                                                                                                "Eh be Yunus! Biz seni Cenab-ı Hakk'ın huzuruna açacak idik. Sen gittik kendi kendini açtın. Şimdi geldik beşinci hakikate. Şimden gerü emek yetirmek senden, Hacı Bektaş'ın teklif ettiği nasibi vermek bizden... Haydi abdest alalım, ana sabah namazı kıldır!.."                                                                    Bu hikayede gerçekten duygulandım diyebilirim. Yunus'un o bekleyişi sadece ona değil, bana da bir yüzyıl gibi geldi. Aslında bu dört hakikatten biri en önemlisi. Nefsi terbiye. Nefsi terbiye etmek insanların ruhuna huzur getirir. Ne kadar yanlış yapmışsa yapsın pişmanlığına karşı dimdik durduğu için insanın içinde kendine güven duygusu oluşur. Zaten insanı insan yapan şeyler bu hakikatlerdir. Bu hikayeyi ben yazmış olsaydım ilk cümlem şu olurdu: "Nasıl insan olunur biliyor musun Molla Kasım?" . Sonuçta bütün bu hikayeleri Yunus, Molla Kasım'a anlatıyor. (Molla Kasım'ı unutmayalım.)

         Çelebi Faruk
     Yunus beş yıl daha dergahta kalmıştır. Bu hikayede ise dergahta kaldığı zamanlardan birinde olan bir olayı anlatıyor. Bir gün dergaha Horosan erenlerinden tam kırk tane pir gelmişti. Ve pirlerin de içinde bulunduğu tam seksen kişilik bir cehri zikir başlayacaktı. Zikir başladığında Tapduk kollarını göğe açarak "Yunus, söyle." dedi (Tapduk'un burada bahsettiği Yunus, dergahtaki Bizim Yunus'un adaşı ve dergahın Guyende'si). Guyende önce işitmemiş gibi yaptı. Tapduk ısrar edince Bizim Yunus, Tapduk'un bir sözünün kendisine mi yoksa Guyende'ye mi yöneltildiğini anlamadan başlamış kafiye düşürmeye ve zikri başlatmış. Zikir yaparken Yunus bayılmış fakat Yunus'un zikrini işitenler kendilerinden geçmişler. Erenler dergahtan ayrılırken Çelebi Faruk çıkagelmiş. Ve erenlere akçeler dağıtılmış fakirlere verilmek üzere. Ve erenle ayrılmış. Daha sonra Tapduk sormuş Çelebi'ye: "Hüdavendigar kardeşim Bizim Yunus hakkında ne demiş?" Faruk tam cevabı verecekken erenlerden biri atıyla geri dönmüş ve Yunus'a :"Hatırladım. Seni kime benzettiğimi hatırladım. Genç iken birlikte çok yerler dolaştık. Fakat şu an nerede olduğunu bilmem. Lakin Yunus Derviş'i görünce sanki onu görmüş gibi oldum. Adı Taybuga idi." Yunus, bunu duyunca şaşırmış çünkü bahsediln kişi onun dedesiymiş. Eren söyledikten sonra gitmiş kendi yoluna. Tapduk tekrardan Faruk'a dönmüş ve cevabı vermesini istemiş. "Sufilik yolunda hangi makama erişmişsem, şu Türkmen kocası Yunus'un ayak izini orada gördüm." cevabını vermiş Faruk. Yunus bunu duyunca artık dayanamamış ve bayılmış fakat kuyunun içine.
        Bu hikaye artık Yunus'un dervişlik yolunu tamamladığını bize göstermektedir. Zaten bir sonraki hikaye olan Baybars'ta Yunus, Tapduk tarafından bir "Şeyh" ilan edilmiş ve git kendi dergahını kur denilmiş. Tapduk, Yunus'a benim igsimi bulduğun yerde dergahını kur demiş (igsi=asa). Yunus yola koyulmuş il il gezmiş ve igsiyi bulduğu yere inanamamış. İgsiyi doğduğu yerde, Sarıcaköy'de bulmuş. Ve başlamış orayı tekrar inşa etmeye. 
       Bakın! Baybars hikayesi de aradan çıkmış oldu. Bu iki hikayedeki asıl temayı bize daha önce Mevlana söylemişti. Yunus artık yanmış ve yandırmaya başlayacaktı. 





















































II.Bölüm'e Geçmeden Önce

    Hatırlarsanız size I.Bölüm'ün başında bir soru sormuştum. Bu bölüme neden Rençber ismi verildi? Aslında anlattıklarıma ve yorumlamalarıma bakacak olursanız bunun cevabı gayet açık. Ancak "rençber" kelimesinin anlamını bilmeyenler için olayı biraz aydınlatayım. Bu kelimenin anlamı bir iş uğrunda acı çeken kimsedir. Ancak halk arasında ve genel tabiriyle çiftçi anlamı kullanılır. Şimdi bu kelimenin anlamını bildiğinize göre bu bölüme neden bu ismin verildiği kafanızda az çok belirmiştir. Ben size açıklayayım. Yunus, Allah yolunda ilerlerken sevdiklerini, köyünü, arkadaşlarını geride bırakıyor. Özellikle Sitare ve İbrahim'in ölümleri üzerine duyduğu acı hiçbir acıya benzemez. İşte bu bölüme adını veren de bunun gibi olaylar. Yunus, Allah yolundayken acı çekiyor. Hatta tasavvufta bir tabir vardırya İnsan-ı Kamil'e ulaşmak için nefsin acı çekmesi, ızdırap içine düşmesi gerekir. Böylece yaşadığı zorluklarda Allah yolundan sapacak mı sapmayacak mı öğrenilir. Ama bu bölümde Yunus'un acıları katlanarak büyüsede o Allah yolundan bir an olsun şaşmıyor.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

I.Bölüm-RENÇBER

     Kitabın ilk bölümü olan Rençber, çoğunlukla Yunus Emre'nin ağzından Molla Kasım'a anlatılmaktadır. Yazarın böyle bir şey yapmış olması güzel. Çünkü ben kitabın başındaki ilk iki hikayeyi okuduktan sonra sanırım bu kitabın devamını da Molla Kasım anlatıyor diye düşünmüştüm. Ama kitap böyle ayrıntılarla daha etkileyici olmuş. Birinci bölüm İbrahim, Temür Alp, Satı Nine, Sitare, Hacı Bektaş, Aslanlı Hünkâr, Samuel, Alamutlu ve Sitare adlı dokuz adet hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin hepsini anlatmayacağım çünkü gereksiz bir yorumlama olur. Sadece hikaye aralarında konularından bahsedeceğim. En sevdiğim ve bana göre en etkileyici olanları yorumlayacağım. Birinci bölümdeki hikayelere yapacağım yorumlamaların hepsini bu yayında sizlere sunacağım. Ayrıca sizlere bir sorum olacak. Bu bölümün yorumlamasını bitirdikten sonra yayınlayacağım II.Bölüm'e Geçmeden Önce yayınımda cevaplayacağım bir soru. Bu bölüme neden Rençber ismi verildi? O zaman hız kaybetmeden bölümün ilk hikayesi ve benim en sevdiğim İbrahim ile başlamak istiyorum.

    İBRAHİM

  Bu hikayede Yunus, Molla Kasım'a başından geçen kötü bir olayı anlatıyor. Ve de bu hikayede Yunus Emre'nin ailesini tanıma imkanı buluyoruz. Yunus soğuk bir günde dehşetli bir sıcak hissediyor ve şiddetli bir gürültü duyuyor. Bu güne kadar Usacar'da kimse böyle bir gürültü duyuş değildi. Gürültüyle birlikte çığlık çığlıya bağırmakta olan çocuklarını yani İnrahim ve İsmail'i kucaklayıp evin dışına götürmüş fakat İbrahim'in başından kanlar akıyormuş. O sırada Yunus'un eşi Sitare evde alevlerin ortasında kalmış ve Yunus'ta onu kurtarmak için içeri girmiş. Bu alevin nedeni bacadan giren ateş toplarıymış. Bu ateş topları muhacirler tarafından "uçan cehennem ateşi" olarak
 dile getiriliyormuş. Bu ateş topu Haçlı savaşları zamanında bulunan barutun bir gülle ile patlatılmasının sonucuymuş. Bunları yapanlara orada Çekikgöz denmektedir. Her neyse Yunus, Sitare'yi alevlerin arasından çıkarır çıkarmaz İsmail ve Sitare'yi ahıra taşımış ve evinin altındaki mahzene gizlemiştir. Daha sonra Yunus, İbrahim'in başındaki yaraya iyi gelecek olan bir merhemin Satı Nine'nin evinde olduğu aklına gelmiş ve İbrahim ile oraya doğru gitmişler. İbrahim yolda "Annee!" diye çığlıklar ata ata inliyormuş. Yunus, Satı Nine'nin evine iki hane kadar uzakta iken, evlerden daha yüksek bir alev patlamasının olduğunu ve ateşin önünden üzerine doğru atlarını öfkeyle süren elleri diken topuzlu iki Çekikgöz görmüş.
 
   Bu hikaye söylediğim gibi birinci bölümün en sevdiğim hikayesi çünkü içinde macera, kahramanlık ve tarih gibi nitelikler yer alıyor. Savaş zamanında yaşanan bir olay olduğu için bu nitelikler otomatik
 olarak yer alıyor. Ayrıca hikayenin sonu adeta bir uçurumda asılı kalmış gibi hissettiriyor. Heyecan veriyor. Yazar bu hikayede tarih bilgisini de ön plana çıkartmıştır. Haçlı zamanında bulunan baruttan ve onu bulan Çinlilerden bahsetmiştir. Hikayenin bir diğer yanı ise hiçbir sözcüğün gereksiz yere kullanılmaması ve her kelimenin ayrı bir ayrıntıyı ifade etmesidir. Dolu dolu yaşadıklarını anlatmıştır Yunus. Açıkçası bu hikayeyi okurken bile aklımda bir görüntü hatta savaş filmlerinden bir sahne gibi gözümde canlandı. Acaba Molla Kasım'ın bu hikayeyi dinlerken aklında beler canlanmıştır? Sonuçta Yunus'a kendini affettirmek istediği için güzel bir hayat öyküsü sunmalı. Açıkçası Molla Kasım'a bu hikayeyi hatta bu kitabı okurken imrendim. Çünkü böylesine önemli bir insanın hayat öyküsünü kendisinden dinlemek ayrı bir tattır.

        Temür Alp

   Bu beğendiğim ve yorumlamak istediğim bir hikaye. Bu hikaye bir önceki hikaye gibi Yunus tarafından Molla Kasım'a anlatılmaktadır.
   Bu hikayedeki temel karakterlerden biri Sitare, diğeri ise Temür Alp'tir. Temür Alp hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için biraz araştırma yaptım. Temür Alp'in Anadolu'yu inanç, azim ve iman ile kuran bir yönetici olduğundan bahsediliyor. Bu hikayeyi özetleyecek olursam Ucasar'da yaşanan felaketten sonra köyde canlı kalanlar ,Yunus ve Temür Alp önderliğinde Sarıcaköy'e olan yolculukları anlatılmaktadır. Bu yolculukta Temür Alp bilge bir kişi olarak anılmıştır. Zaten hikaye içinde "Bilge Temür Alp Ata" olarak geçmektedir. Temür Alp Ata Haçlıların Kudüs-i Şerif'e ulaşmalarına nasıl engel olduklarını, devletin başına geçmiş önemli adamları yolculuk sırasında bizlere soru-cevap şeklinde vermiştir. Bu hikayeyi, bir önceki hikaye ile birlikte düşünecek olursak, İbrahim o felakette hayatını kaybetmiştir. Yunus'ta bu durumu "Hiçbir acı, yavrucağımın soğuk yüzünü öperken çektiğim acıya benzemez." şeklinde hüzün ve duygu dolu bir anlatımla gözler önüne sermiştir. Sitare ise yolculuk boyunca "İbrahim'im" diye sayıklıyormuş. Hiç olmasa bir tek evlat acısı çekiyor, diğer yakınlarının felakette hayatını kaybettiklerini bilmiyordu. Bir de onları bilse acısı hiç iyileşmezdi. Yolculuk ilerleyip zorlaşınca Yunus "Allah'ım bize sadece iki saat daha dayanma gücü ver, bize bir umut ver." diye dua etmiş. Tam o sırada Sitare sayıklamasını bırakıp "Haaak, dooost!... Aman, aaah, aman!" diye bağırmış. Ama bu bağırması diğerleri için bir umut ya da başka bir değişle hayata yeniden tutunma için bir adım olmuş. Çünkü bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Sitare devam eder "Eğer sorarsanız halimden/ Bir cansız ölüyüm şimdi./ İbrahim'i kurban ettim./ Divane deliyim şimdi."  Bu şekilde bir ağıt yakar.
    Bu hikayenin tarihi bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü Temür Alp'in anlattıkları devletin savaşlarını ve karşılaştıkları zorlukları açıklayıcı bir niteliktedir. Ayrıca hikayede Danişmendname gibi bazı önemli İslamiyet etkisindeki Türklerin destanları bulunmaktadır. Bu hikaye fazlasıyla hüzün içerikli. Bir annenin yakarışı, bir annenin ağıtı diğerlerinin hayata tutunmasına vesile oluyor. Bahsetmeyi unuttum ama hikayede Sitare'nin gerçek adı olan "Elif" veriliyor. Zaten Yunus, Sitare'ye Elif dedikten sonra Sitare kendine geliyor. Bu hikayede İskender Pala'nın da çok iyi bir tarih bilgisine sahip olduğu açıkça anlaşılıyor. Hikayede Temür Alp tarafından göğüs kabartıcı cümleler ve sözlere yer verilmiştir. Mesela "Bütün insanlar doğru olsaydı yiğitliye lüzum kalmazdı." Bu sözü gerçekten etkileyici. Çünkü kötü niyetli insanlar olmasaydı hayatlarını feda eden insanlarda olmazdı. Ve de hikayede Temür Alp  bir konuşmasından sonra "vesselam" demiştir ( Vesselam= işte bu kadar, son söz budur, bunun ötesi yoktur). Vesselam sözcüğü genellikle bir topluluğun en büyüğünün veya yöneticisinin söylediği bir sözdür. Günümüze yakın bir örnek verecek olursak bu sözü genellikle kabadayılar veya çakırlar söyler. Temür Alp hikayede bir şeyden daha bahsetmektedir. "Kaçarak bir yere varılmaz, iki gün sonra yine aynı felaket gelir." demiştir. Bu bende daha önce duyduğum fakat bana kimin söylediğini hatırlamadığım bir sözü aklıma getirdi. "Kaçmak özgürlük değildir."

         Satı Nine
    Temür Alp hikayesinden sonra gelen Satı Nine hikayesi Yunus ve kafilesinin Sarıcaköy'e yerleştikten sonraki bir zaman dönemini anlatıyor. Hikayenin adı Satı Nine olmasına rağmen hikayede Satı Nine'den çok az bahsetmiş olması ilgimi çekti. Çünkü bir önceki hikayenin ana karakterlerden biri olan Temür Alp hikayeye adını vermiştir. Bu hikayede ise Temür Alp'ten başka önemli karakterlerden de bahsediliyor. Mesela Yunus Emre'nin en yakın arkadaşı Sahip Perende'den ve daha da önemlisi Hacı Bektaş'tan. Bu hikayeden anladığım kadarıyla Yunus ile Hacı Bektaş aynı dönemde yaşamışlardır.

          Sitare
      Satı Nine'den sonra gelen hikaye olan Sitare konu itibariyle Yunus ile Sitare'nin aşkının nasıl başladığını ve bu aşkın temeli olan Allah aşkından bahsetmektedir. Detaya inmek istemiyorum fakat bu hikayede ilgimi çeken noktalar oldu. Mesela Sitare'nin babasının söylediği sözler çarpıcıydı. Babası "Vatan toprağı için gerekirse can bile verilir." sözüyle etkiliyordu. Ve hikayede İbrahim'in İsmail'den büyük olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Sarıcaköy'e Çekilgözlüler tarafından yapılan bir baskında Temür Alp'in de hayatını kaybettiği söyleniyor. Bu Yunus için çok üzücü bir durum. Çünkü Yunus Temür Alp sayesinde düşünen, bilen biri haline gelmiş. Aynı zamanda hikayede Aslanlı Hacı Bektaş Veli'nin Yunus'u dergâhına çağırdığı belirtiliyor. Ve de neden Havı Bektaş'a Aslanlı Hünkar dediklerini. Havı Bektaş dergâhında bir aslan ile ceylan beslermiş fakat aslan ile ceylan adeta bir dost gibi davranıyormuş. İşte bu yüzden Aslanlı Hünlar denirmiş.


    Hacı Bektaş 


  Yunus, Aslanlı Hacı Bektaş Hünkâr'ın dergahına varmış. Bozkırın ışığının dergahına. Orada en yakın arkadaşı olan Sahip Perende'yi görmüş. Fakat Perende iyice olgunlaşmış, bilgiye doymuştu. Dergahın girişinde " Hay'dan gelen Hû'ya gider." diye bir yazı asılıymış. Yunus'un buraya gelme amacı Hünkâr'dan buğday istemekmiş. Aslanlı Hünkâr ululardan ulu bir mürşitmiş. Ahmet Yesevi Hazretlerinden öğrenip Sulucakarahöyük'e gelmiştir. Hacı Bektaş Bektaşi tarikatının kurucusudur. Allah'a giden yolun kapısının Hz. Ali'yi sevmek olduğuna inanmaktadır. Edebin insandaki en değerli meleke olduğunu savunmaktadır. Her neyse Yunus bir haftalık sohbet boyunca öğrendiklerini not almış, Sarıcaköy'e geri döndüğü zaman çocuklara bunları ezberletecekmiş. Dergah'ta Hünkâr bile tarlada, bağda, bahçede çalışırmış. Yani Hacı Bektaş'ın himmeti hem maddi, hem de maneviymiş. Hünkâr Yunus'u odasına çağırdığında düşündüğü tek şey buğdayı alıp çabucak evine geri dönmekmiş. Fakat Hünkâr Yunus'a sana buğday mı vereyim yoksa nefes mi diyince Yunus buğday demekte ısrarcıymış. Hünkâr Yunus'a nefes vermek için uğraşmış ama ne fayda? Hünkâr Yunus'a buğdayları vermiş ama verirken şu sözleri söylemiş: "Nefessiz gidilen yolun sonu bulunmaz, karanlıktır. " Yunus'un dergahtan geri dönüşü altı gün sürmüş fakat evine döndüğünde Sarıcaköy diye bir yer kalmadığını, köydeki insanların neredeyse hepsinin öldüğünü görmüş. Bunlara Sitare'de dahil. Sonra Yunus düşünmüş. "Hünkâr'ın söylediği nefes acaba Sitare'ye lazım olan nefes miydi, yani burada ölen her insanın nefesini ben mi kabul etmedim?" diye kendini suçluyormuş. O sırada Satı Nine üstü başı darmaduman bir halde gelmiş: "İsmail'i bulamıyorum Yunus!" Yunus İsmail'i aramaya başlamış sonra  da İsmail'i kendilerini böyle olaylardan korunak için herkesten gizledikleri kuyuda bulmuş.
      Bu hikayenin özetini böyle uzatma nedenim içinde bir sürü olay olmasıdır. Aslında anlatmadığım bir sürü ayrıntı var ama siz bunu okurken genel anlamda konuya hakim olmuş oluyorsunuz. Aslında bu hikayede ilk göze çarpan şey Hacı Bektaş'ın Yunus'a seçim yaptırmış olması. Manevi hayat ile maddi hayat arasında bir seçim. Ayrıca Hacı Bektaş'ın Türk Halk Edebiyatı'nın Tekke-Tasavvuf kolunda yer aldığını biliyoruz. Bu hikayeden çıkardığım bir başka önemli nokta ise Yunus Emre ile Hacı Bektaş'ın aynı dönemde yaşaması. Sonuçta bu iki tasavvuf şairinin şiirleri edebiyatımız açısından oldukça önemli bir niteliktedir.  Aslında bu hikayeyi okurken aklımda Hacı Bektaş hakkında böyle bir kitap var mı merakı uyandı. Çünkü kim bilir Hacı Bektaş kimlere maddi hayat ve manevi hayat arasında seçim yaptırttı?


  Aslanlı Hünkâr

 Sarıcaköy'deki olaylardan sonra Yunus, Sitare'sini kaybetmiş neredeyse başıboş sayılırdı. Ve de aklına şu soru takıldı. "Hakikaten Tebessüm Sultan'ın eşiğine yeniden gitmeli ve teklif ettiği nefesi almalı mıydım?" Bu soru Yunus'u yiyip bitirmişti. Sarıcaköy'de üç adet ocak kalmış ve İsmail dokuz yaşına basmıştı. Ama Yunus dergâha gitmekte kararlıydı. İsmail'i Satı Nine'nin kollarına bırakmış yola koyulmuştu. Ama içinde hala bir endişe vardı. Ya ben yokken Çekikgözlüler, eşkıyalar köyümüzü tekrar basarsa endişesi. Yunus yolda giderken aklına bir soru takılmış. Maddeyi mi yoksa manayı mı tercih etmeliyim?  Her neyse dergâha vardığında gerisingeri kovulmuş. Kovulunca hissettiği duygudan kanı çekilmiş Yunus'un ve sormuş: "Ben buraya nefes almaya geldim" demiş. Dergâhın nöbetçileride biz o kapının anahtarını Tapduk eline verdik. Ve de Yunus düşmüş Tapduk yoluna. Yolda gördüğü her kese Tapduk Emre'nin yolunu sora sora ilerlemiş. Yolda Sitare'yi düşünmeden edemiyormuş. Tam o sırada Hacca gitmekte olan Ucasarlı ihtiyar görmüş. Sorduğunda ise Sarıcaköy'de bir şey kalmamış. Satı Nine ve İsmail'i de götürmüşler. Yunus bunu duyduktan sonra yıkılmış ve kendini suçlamış. Neden İsmail'i yanımda getirmedim diyerek. "Babam varsa bir oğlunun var olup olmadığını düşünüyor mu, beni hiç aklına getiriyor mu acaba? Oeki ya oğlum?.. Oğlum da aynı soruları kendisine soruyorsa" diyerek Tapduk yolundan geri dönmüş.
    Bu hikayede Yunus'un pişmanlığının kendi için ne derece sorun yaratacağı açıkça belirtilmiş. Aslanlı Hünkâr ona buğday mı nefes mi derken aslında hikayede geçen madde mi mana mı sorusunu sormuştur. Aynı zamanda Aslanlı Hünkâr'ın Yunus'un düşüncelerini bilmesi kitabın en başındaki Molla Kasım hikayesinde Yunus'un Mola Kasım'ın düşüncelerini bilmesine benziyor. İkiside aynı duyguyu yani suçluluk duygusunu yaşıyordu. Burada İsmail'inde ilerideki hayatı tehlike altına giriyor. Sonuçta artık onu doğru düzgün yetiştirecek biri kalmıyor. Yunus'un tek şansı oğlunu bulmak. Yani Yunus mana ile madde arasındaki farkı anlamış fakat oğlu için Tapduk yolundan yani Allah'a yaklaşma yolundan geri dönmüştür. Burada bir babanın oğlu veya ailesi için neler yapabileceği gösteriliyor.

       Samuel

    Bu hikayede ise İsmail söz sahibi oluyor. Satı Nine'nin evde olmadığı bir öğle vaktinde İsmail, Moğollar tarafından kaçırılmış ve köle olarak bir celladın yanına verilmişti. İsmail'i köle olarak alan ve onun ustası olan Arn, İsmail'e Samuel diyormuş.İsmail neredeyse bir yıl bu celladın yanında çalışmış. Ve de işkence yapmaktan hoşlanır hale gelmiş. Bir Moğol askeri tepetaklak asılı iken, boynuna bir ağırlığın ipini geçirip sıkıştırmaya artık gönüllü bile oluyormuş.Çünkü İsmail'i köyünden onlar kaçırıp köle olarak satmışlardı. Ustası ise birine işkence yaptıktan sonra hücresine kapanıp saatlerce ağlıyormuş. Bu onun için bir rahatlama metoduymuş. Her neyse İsmail yani Samuel on yaşına girmiş ve artık iyi bir cellat olduğu kanısına varmış. Ve geçen bu bir yılda da Arn Usta'sın bir baba olarak görmüş. Arn Usta gençken bir kızı sevmiş. Ama kız, Arn cellat diye onula birlikte olamayacaklarını söylemiş. Arn cellatlığı bırakmış ve sevgi dolu üç yıl birlikte yaşamışlar. Fakat keşişler Arn'nın cezalandırılması gerektiğini söyleyip karısını ve çocuğunu öldürmüş. Bu olay sırasında Arn Kudüs'te imiş ve hemen geri dönmek istemiş ama zaten o keşiş Kudüs'e gelecekmiş. Arn keşişi öldürüp karısının ve çocuğunun intikamını alıp eski mesleği olan cellatlığa yeniden başlamış. Ve Arn geri dönüş yoluna koyulmuş. Ama bu yolda iken Baycu Han diye biriyle karşılaşıp Tanrı yolundan vazgeçmiş. Arn Usta İsmail'e bu hikayeyi anlattıktan sonra masadan kalkmış ve gitmiş. Ertesi gün Rum gardiyan sarhoş olarak gelip İsmail'e saldırmış. İsmail "Arn Ustaaaaaa!" diyerek çığlık atmış. Gözünü açtığında Arn İsmail'in başını okşuyormuş fakat Rum gardiyan yerde kanlar içinde can çekiyormuş. Usta İsmail'in eline hançeri vermiş, İsmail'de hançeri gardiyanın boğazına saplamış. İşte o zaman İsmail'in Tanrı'ya olan şüphesi başlamış. Fakat akşam yatağında iken İsmai şu sitemi etmiş: "Babacığım, neden beni bırakıp gittin?!.. Allah'ım, ey Allah'ım!.. Varsan, Bir'sen ve beni duyuyorsan ya onu bana getir, ya da onu bana gönder!"
     Bu hikayeyi anlatmamda ki amaç birinci bölüme başlamadan önceki son hikaye olan "Şüphe"'nin ayrıntılarını içeriyor olması.Bu hikayede İsmail'in Tanrı'ya ve babasına olan güveni azalıyor. Çünkü bir celladın yanında çalışmak psikolojiyi darmaduman eder, insan doğru düşünemez. İsmail hikaye oyunca "neden gittin baba?" diye diye kendini perişan etmiştir. Ama bu hikayede dikkatimi çeken şey Arn Usta'nın kendisi. Bir zamanlar Tanrı yolunda ilerlemesi fakat Baycu Han yüzünden bu yolu yürümekten vazgeçmesi üzücü bir durum. Çünkü Arn Usta Tanrı'nın varlığına ve birliğine inansaydı, mesleği cellatlık bile olsa İsmail'e düzgün bir eğitim verebilirdi Yunus'un yokluğunda. Aslında bu hikayede İsmail'in Allah yolunda gitmesine büyük ölçüde etkisi olan Arn Usta'nın, İsmail'in yolunda karşılaştığı bir Baycu Han olarak değerlendirebiliriz. Bir önceki hikayede yaptığım yorumlamaya bakacak olursanız o yorumlamayı yapmamın nedenini bu hikaye açıkça belirtiyor.


      Alamutlu
 Alamutluların Temsili Bir Resmi
   

       Yunus oğlunun yaşadığını biliyor ve onu bulmak için yola koyulmuş. Yaklaşık bir yıl boyunca bozkırda kalmış ve oranın zorluklarını günden güne daha fazla anlama başlamış. Niğde kaldığı zamanlarda hanında iki cinayet işlenmiş. Üstelik bundan başka bir akşamda bir cinayet daha işleniyor. Cinayetin işlendiği günden bir gün sonra bu cinayeti işleyenler ki bunlardan kitapta Alamutlular olarak bahsediyor Yunus'un yanına gelip bütün yaptıklarını anlatmışlar. Ve de "Alamut'un intikamı alındı." diyerek cümlelerine son vermişler. Alamutlular şehir şehir gidip kılık değiştirirlermiş. Yunus Alamutlular'ın oğlunu bulabileceğini düşünmüş ve yardım istemiş. Yunus Alamutlular ile dört hafta yolculuk etmiş fakat İsmail'e dair bir iz bile bulamamış. Artık Alamutlular da Yunus'u yanlarında istemiyormuş ama oğlunu arayacaklarına ve bulduklarında ise Tapduk dergahına bırakacaklarına söz verip yolları ayırmışlar. Yunus artık bozkırda başıboş geziyormuş. yolculuk sırasında bir akşamı Kabiristan'da geçirmiş. Yunus burada nefsinin azınlıklarını azaltmak için kendisiyle akit yapmış. Sabahı yola geri koyulmuş. Ve aklına yine şu soru gelmiş.: "Tapduk'un yanına gidersem beni kabul eder mi?". Bu düşünce onu yiyip bitirirken yolda Sitare'yi görmeye başlamış. Ve Sitare Yunus'un içinde ağlamaya başlamş. Yunus anlamış ki Sitare onun yolumun rehberi, onun doğru yoluydu. Ve Sitare Yunus'a görünmeyi bırakırken "Sen şu karşıda görünen köy var Can Yunus. Karşılaşacağın ilk kişiyi kendine rehber edin." diyerek gitmişti.
      Bu hikaye Yunus'un karşı çıktığı bir dervişi kendine rehber edinme fikrini zorla kabul etmesi anlatılıyor. Çünkü Yunus, Sitare'yi gördüğünde bu yolda tek başına yürüyemeyeceğini anlayıp kedine rehber bulma çabasına girmiştir. Aslında hikayede dikkatimi çeken nokta Sitare'nin Yunus'a (Sitare hayal bile olsa) İsmail hakkında hiçbir şey sormamış oluşu. Acaba Yunus, İsmail'i Allah'a giden yolda mı bulacak yoksa Yunus sadece Allah'a yönelerek sevgisinden ve oğlundan soyutlaşacak mı?

       Sitare

   Bölümün son hikayesi olan Sitare her zamanki gibi Yunus ile Sitare'nin sevgisinin büyüklüğünü anlatıyor. Bu hikayede Yunus bir önceki hikayede Sitare'nin bahsettiği köye gelmiş. Bir namaz çıkışı yaşlı bir adam Yunus'u evine çağırmış. Yemek ikram etmiş. Ve Yunus'a öyle hikayeler anlatmış ki sanki Yunus'un kendi hayat hikayesinin farklı bir biçimde yorumlanmış haliymiş. Yunus bu hikayeleri dinledikten sonr şaşkınlığından bir şey yapamamış. Sonra yaşlı adam Yunus'a : "Bu gece mevlit kandilidir. Bu hikaye sana armağan edildi." demiş. Yunus kabustan uyanır gibi uyanmış ve kendini caminin duvarının dibinde yatarken bulmuş. Yunus bu bir rüya mıydı diye düşünmüş. Ayrıca bu rüya içinde Sitare ve oğullarını görmüş. Yunus hayal içinde hayal görmüş fakat karnı okmuş. Yunus bunu düşündükçe korkusundan titremiş.Sanki Yunus'un nefsi ona bir oyun oynayıp yaşadığı sorunları ona bir gecede göstermişti. Tam o sırada Yunus yumuşak bir ses tonu duymuş. Bir de bakmış ki nur olmuş ve elindeki asa ile yol bularak ilerleyen birini görmüş.
    Bu hikayede en önemli noktaya değinmek istiyorum. Yunus hikayenin sonunda aradığı rehberi bulmuştu. Ve bence bu nurlu adam Yunus'un rüyasında gördüğü, ona yemek ve Yunus'un şaşırdığı hikayeyi anlata adam olabilir. Burada ki başka bir önemli nokta ise Yunus'un sevgiden artık Sitare ve oğullarının hayallerini görmesi. Çünkü zaten Sitare'yi ve İbrahim'i kaybetmiş, İsmail' de bulamıyordu. Bir insanın, bir beşerin üst üste böle acılar yaşamış olması... Ben olsam dayanamaz ve kendi yolumdan vazgeçip bu dünyadan göç edip giderdim.  


Evet birinci bölüm hakkındaki değerlendirmem bu. Umarım sizin bu bölüm hakkında bilgi toplamanıza vesile olmuşumdur. Bu bölümü okurken genel olarak hissettiğim duygu endişe duygusu. Çünkü hani yorumlarım arasında demiştim ya insanı bir uçurumda asılı bırakıyormuş gibi hissettiriyor. Aslında bu hissi sadece bunu söylediğim hikayede yaşamıyorsunuz kitabı okurken yaşıyorsunuz. Yaşam size verilen en büyük ödül, onu iyi kullanın bir sonraki yayınımda görüşmek üzere hoşçakalın :):):):)























































































5 Mayıs 2016 Perşembe

Şüphe



         1. Bölüm'e başlamadan önceki son hikaye olan Şüphe; Yunus Emre ile oğlu arasında geçen tartışmadan bahsetmektedir. 
          Yunus Emre yıllardır kayıp olan oğlunu bulmuştur. Fakat oğlu bu duruma kinlenmiştir. Neden beni aramadın, neden beni bıraktın diye yakınmaktadır oğlu. Yunus oğlunu her yerde aradığını, Allah'a giden yollarda bir anneni bir de seni aklından hiç çıkarmadığını söylemiştir. Yunus oğlunun içindeki Allah'a karşı olan şüpheyi burada anlamıştır. Çünkü Yunus bunları dedikten sonra oğlu: "Demek gidilesi yollarda benim yerime O'nu tercih ettin." demiştir. Bu sözden sonra aralarında biraz daha tartışmışlardır ve Yunus'un oğlu sözlerinin arasında Yunus'a "baba" dememiş, "derviş" diye hitap etmiştir. Yunus daha fazla üstelememiş ve oğlunu yanına gelmesi için ikna etmiştir. Kırk birinci gün evin bahçesinde Yunus bu konuyu bahçe ve bahçıvan kalıplarını kullanarak oğluna anlatmış ve oğlunun şüphesini dindirmeye çalışmıştır. Ve söz aralarında oğlu ikinci hecesini yutmuş olsa da Yunus'a "baba" demek istemiştir. 
           Bu hikayede Türklerin kullandığı kalıplarından bir tanesi olan "kırk bir" kullanılmıştır. Bunun nedeni yazarın kendisini halktan biriymiş gibi göstermek olabilir. Çünkü Yunus Emre bir halk sanatçısıdır. Bir de hikayenin başında oğlunun duyduğu kin ve şüpheyi kendisinden yola çıkarak bir benzetme yapmıştır. Yunus'un Turakçın adındaki dostunu şehit eden oklardan daha zehirli bir oku ve yarası hiç iyileşmeyecek olan oku oğlunun kin ve şüphesine benzetmiştir. Bu benzetme ilgimi çekti. Çünkü ben bunu okurken en başta Turakçın ile ilgili bir hikaye olduğunu düşündüm. Fakat yazar bütünlüğü hiç bozmadan oğlu ile ilgili bir konuya değindi. Yunus'un yerinde ben olsaydım oğlumu inanması konusunda zorlamazdım ve onunla tartışmaya girmezdim sonuçta cezasını kendi çekicek ama baba yüreği işte dayanamaz.